İşçi ve işveren arasındaki iş ilişkisi güven temeline dayanan, kişisel ve sürekli bir ilişkidir. İş sözleşmesinin temelini oluşturan güvenin zedelenmesi iş ilişkisinin sağlıklı şekilde devam etmesine engel olabilecek bir durumdur. Şüphe feshi teorik olarak hem işçi, hem işveren tarafından kullanılabilecek bir fesih yolu olmakla beraber, uygulamada işveren tarafından kullanılan bir fesih türüdür.
Şüphe feshi kanunda düzenlenen bir fesih türü değildir. Alman hukukunda yer alan bir kavram olan şüphe feshi, içtihatlarla şekillenmiş ve temellendirilmiştir. Türk hukukunda ‘şüphe feshi’ ilk kez Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 2007/16878 E. 2007/30923 K. Sayılı 22/10/2007 tarihli kararında kullanılarak girmiştir.
Şüphe feshi, işçinin esaslı bir şekilde iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerini ihlal ettiği veya işverene ya da işyerine karşı suç niteliğinde bir eylemde bulunduğu hakkında giderilemeyen bir şüphe bulunması halinde gündeme gelen bir fesih yoludur. ‘Şüphe’ Yargıtay içtihatlarına göre objektif ve güçlü olmalı, iş ilişkisinin devamı için gerekli olan güveni yıkmaya elverişli olmalıdır. Yani, işverence çeşitli delillerle işçinin şüphelenilen eylemi büyük ihtimalle gerçekleştirdiği ortaya konulmalı, inandırıcı şekilde temellendirilmelidir. İşçinin bu şüpheye konu eylemi gerçekleştirdiğinin kesin delillerle ortaya konulması halinde zaten işverenin haklı sebeple derhal fesih hakkı gündeme gelecektir.
Geçerli bir şüphe feshinden söz edilebilmesi için, işçinin gerçekleştirdiğinden şüphelenilen eyleminin, gerçekleştirdiğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde işverene haklı sebeple fesih imkanı verecek türden bir eylem olması gerekmektedir. Yoksa; şüphenin haklı sebeple fesih imkanı vermeyecek herhangi bir eyleme dair ‘şüphe’ olması halinde, geçerli bir şüphe feshinden söz edilemeyecektir. Örneğin işçinin işvereni ve işyerini etkilemeyen üçüncü bir kişiye karşı hakaret suçunu işlediği şüphesi işverene iş akdini feshetme hakkı vermemektedir.
“şüphe feshinin geçerli olabilmesi için, iş ilişkisinin devamı için gerekli olan güveni yıkmaya elverişli, objektif olay ve vakıalara dayanan güçlü bir şüphe mevcut olmalıdır” Yargıtay. 9. Hukuk Dairesi 2009/4860 E., 2009/6854 K. 16.3.2009 T.
Şüphe feshinin, işçinin yetersizliğine mi yoksa davranışlarına mı dayandığı hususu doktrinde tartışılmış, Yargıtay tarafından işçinin yetersizliğine dayanan bir fesih türü olduğu kabul edilmiştir. İş sözleşmesinin işçinin davranışları nedeniyle feshedildiğinin kabulü halinde, şüphe feshinde ihtar şartının aranacaktır. Ancak; işçinin yetersizliğinden kaynaklı sebeplerle fesihte ihtarın gerekmediği, zira ihtarın işçinin yetersizliğine çözüm olmayacağı tartışılmıştır.
Şüphe feshi haklı sebeple mi, geçerli sebeple mi fesih türüdür ? Şüphe feshinin geçerli sebeple fesih olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple de; iş sözleşmesi şüphe sebebiyle feshedilen işçinin kıdem ve ihbar tazminatının işverence ödenmesi gerekmektedir. Geçerli bir şüphe feshinden söz edebilmek için, işverenin şüpheyi ortadan kaldırabilmek için gerekli çabayı göstermiş olması aranmaktadır. Şüphenin giderilebilmesi için öncelikle işçinin beyanı dinlenmelidir. Bu sebeple; işçinin savunmasının alınması, diğer çalışanların bilgi ve görgüleri hakkında gerekli araştırma ve incelemenin yapılmış olması gerekmektedir. Aksi halde; işveren tarafından herhangi bir gerçek olmayan şüphe duyulması halinde işçinin iş akdinin feshedilmesi gündeme gelebilir. Bu durum hukuk vicdanına uygun olmayacaktır.
Uygulamada kira tespit davası olarak bilinen ve genellikle kiralayan tarafından açılan, TBK’ya göre kiracı veya kiraya veren tarafından kira bedelinin mahkeme tarafından belirlenmesi için açılan dava türüdür.
Türk Borçlar Kanunu 344. Ve 345. Maddelerinde düzenlenen kira bedelinin belirlenmesine ilişkin davaları 2 ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. TBK 344/2 ve TBK 344/3. Fıkraları birbirinden farklı kira bedelinin belirlenmesine ilişkin davalardır.
Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na eklenen 18/B maddesi ile 01/09/2023 tarihinden itibaren kira bedelinin belirlenmesi davası da dava şartı arabuluculuk kapsamına girmiştir. Yani kira bedelinin belirlenmesi davası açmadan önce arabuluculuk yoluna başvuru artık zorunlu hale gelmiştir.
Kira sözleşmesinde kira bedelinin artış oranı belirlenmiş olsa da; TBK 344/1 kira artış oranına bir sınır getirmektedir. “- Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır.” Kanunun bu emredici düzenlemesi gereği sözleşmede belirlenen oran Tüfe oranından düşük olarak belirlenmiş ise belirlenmiş olan oranda kira artışı yapılır. Ancak; belirlenen oran Tüfe ortalamasından düşük kalıyor ise, 344/1 gereği Tüfe oranında sınırlamaya tabi olacaktır.
Tarafların yeni kira döneminde kira artış oranı hakkında anlaşmaları veya sözleşmede sözleşmenin yenilenmesi halinde uygulanacak kira artış oranı belirlenmiş ise, belirlenen artış oranı 344/1’de belirlenen tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Kiralayan ve kiracının (henüz 5 yılı doldurmamış olan) yeni kira döneminde yapılacak artış oranı hakkında anlaşma sağlayamamış ise TBK 344/2 uyarınca açılacak davada hakimden kira bedelini belirlemesi talep edilir.
TBK 344/2 uyarınca yapılacak kira tespitinde hakim tarafından kiralananın durumunu da dikkate alarak hakkaniyete uygun şekilde yine 344/1 sınırlamasına uygun şekilde kira bedeli belirlenir. Uygulamada 5 yılı doldurmamış kira sözleşmesine istinaden, yeni kira döneminde yapılacak artışın belirlenmesi için açılan davalarda kira artışı Tüfe ortalamasına eşit veya yakın bir miktar olarak belirlenmektedir.
Kira sözleşmesinde belirlenen kira artış oranı enflasyon karşısında düşük kalabilmekte veya kiralanan taşınmaz emsallerinin değeri artmış olabilmekte. Bu durumda kiralananın 5 yıldan sonraki dönem için kira bedelinin tespiti için mahkemeye başvurma hakkı doğmaktadır. 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde, 5 yıldan sonraki yeni kira dönemi için TBK 344/3. Fıkrasına göre dava açılarak mahkemeden rayiç bedelin belirlenmesi talep edilebilir. Son zamanlarda uygulamada en sık açılan kira bedelinin tespiti davası emsal kira bedellerinin artması sebebiyle TBK 344/3. Fıkrasına istinaden 5 yıldan sonraki tespit davasıdır.
TBK344/3’ göre açılan kira bedelinin tespiti davasında TBK 344/2’den farklı olarak hakim kira bedelini belirlerken Tüfe sınırlamasına tabi değildir. Hakim tarafından tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir.
Kira bedelinin 5 yıldan sonraki dönem için 344/3 uyarınca tespit edildikten sonraki yeni kira dönemlerinde yine 344/1 fıkrasındaki Tüfe sınırlamasına bağlı kalınarak kira artışı yapılabilir. Kira bedelinin tespitinden sonraki her 5 yıldan tekrar TBK 344/3 uyarınca kira bedelinin yeniden tespit edilmesi talep edilebilir.
Kira sözleşmesi 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenmiş olmalı.
Kira sözleşmesi 5 yıldan uzun süreli yapılmış ise, bu 5 yıl içerisinde her yıl kira artışı yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın 5. Yıldan sonraki kira yılı için kira bedelinin TBK 344/3 uyarınca belirlenmesi için dava açılabilir.
Belirsiz süreli bir kira sözleşmesinin 5. Yıldan sonra yenilenmesi halinde, yeni kira dönemi için de kira bedelinin belirlenmesi için 344/3 uyarınca kira bedelinin tespiti davası açılabilir. Bu şekilde belirlenmiş olan yeni kira bedeli üzerinden 5 yıllık kira dönemi geçtikten sonra, tekrar kira bedelinin tespiti davası açılabilir.
Kira bedelinin tespit edildiği kira döneminden sonraki yıllarda yine TBK 344/1 hükmüyle sınırlı olarak kira bedelinin artış oranları belirlenebilir. Devam eden 5. Yılın sonunda taraflar kira bedelinin belirlenmesi için tekrar 344/3’e göre mahkemeye başvurabilir.
5. yılın geçmesinden sonra açılmayan kira bedelinin tespiti davası daha sonraki dönemler için de açılabilir. Bu durumda takip eden 5. Yıldan sonra yine kira bedelinin belirlenmesi için TBK 344/3 hükmüne göre mahkemeye başvurulabilir.
Tarafların 5 yıllık süre dolmadan yeni bir sözleşme yapmış olmaları halinde, kira bedelinin tespiti davası açılması için yeni sözleşmenin yapıldığı tarihten itibaren 5 yıl geçmesi gerekir. Tarafların yalnızca TBK 344/1 sınırına uyarak yapmış olduğu kira artışı dışında sözleşme unsurlarında değişiklik yoksa, yeni yapılan sözleşmenin eski sözleşmenin devamı niteliğinde olduğu kabul edilir ve 5 yıllık süre ilk sözleşme tarihinden itibaren hesaplanır.
Kira bedelinin tespiti davasının yeni kira döneminden en az 30 gün önce açılması halinde veya kira bedelinin artırılacağına ilişkin yazılı bildirimde bulunmuş olmak kaydıyla yeni kira döneminin sonuna kadar açılacak olan kira bedelinin tespiti davasıyla belirlenecek olan yeni kira bedeli, yeni kira döneminin başından itibaren geçerli olur. Bu sebeple; mahkemenin tespit edeceği yeni kira bedelinin yeni kira döneminin başından itibaren uygulanması için kira tespiti davası ya yeni kira döneminden 30 gün önce açılmalı, ya da kira artışı yapılacağına ilişkin yazılı ihtarda bulunulmalıdır. Ancak; sözleşmede zaten yeni kira döneminde artış yapılacağına ilişkin bir düzenleme mevcut ise, bu şartlar da aranmamaktadır.
Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin kapatılması sonrasında Başkan ve Üyelerinin Yargıtay 9.Hukuk Dairesinde görevlendirilmesi üzerine her iki Daire kararlarında uyuşmazlık konusu hususlar görüşülmüş ve uygulamanın aşağıdaki gibi birleştirilmesine karar verilmiştir:
4857 sayılı İş Kanunu’nun 46 ve 63. maddelerine göre hafta tatili haftalık 45
saatlik çalışmadan sonraki 24 saatlik bir gündür. Bu nedenle kural olarak Cumartesi işgünüdür. Akdi tatil günü olarak Cumartesi günleri yıllık izin süresine eklenmez. Başka bir anlatımla, Cumartesi günleri akdi tatil günü olarak işçi çalışmadığı takdirde yıllık ücretli izin süresine ilişkin hesapta hafta tatili olarak değerlendirilemez.
Cumartesi günü hafta tatili olarak da kararlaştırılabilir. Bireysel veya toplu iş sözleşmeleriyle Cumartesi ve Pazar günleri hafta tatili günü olarak belirlenmişse, İş Kanunu’nun 56/5. maddesi gereği her iki gün yıllık izin sürelerinden sayılmaz. Başka bir anlatımla yıllık izin kullanma dönemi içindeki Cumartesi ve Pazar günleri kullanılan izin süresinden düşülür. Ancak bireysel veya toplu iş sözleşmesinde hafta tatiline eklenen bu Cumartesi gününün yıllık izin hesabında iş günü olarak sayılacağı
veya izin süresinden düşülmeyeceği şeklinde açık bir kural mevcutsa, bu hüküm geçerli sayılmalı ve İş Kanunu’nun 56/5. maddesi gereği sadece yıllık izne rastlayan Pazar günleri izin süresinden düşülmelidir
Fazla çalışma ücreti ile hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti
tahakkuklarını içeren ve işçinin imzasını taşımayan bordronun aksi işçi tarafından tanık beyanı dahil her türlü delille ispat edilebilir. Bu durumda yapılan ödemeler hesaplamadan mahsup edilir.
20.04.1967 tarih ve 854 sayılı Deniz İş Kanunu’nun 28.maddesine göre bu
kanuna göre tespit edilmiş bulunan iş sürelerinin aşılması suretiyle yapılan çalışmalar, fazla saatlerde çalışma sayılır. Aynı maddenin 2.fıkrasında yapılacak fazla çalışmanın her saatine ödenecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarı % 25 oranında artırılmak suretiyle bulunacak miktardan az olamayacağı düzenlenmiştir. 01.07.2012 tarih ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 402.maddesinde fazla mesai
alacağının %50 zamlı hesaplanacağı düzenlenmişse de, Deniz İş Kanunu kapsamında deniz taşıma işlerinde çalışan işçilere Deniz İş Kanunu hükümlerinin genel kanun niteliğindeki Türk Borçlar Kanunu karşısında uygulanma önceliği vardır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 180 sayılı sözleşmesine ek olarak çıkarılmış olan 187 sayılı tavsiye kararının “Gemi Adamlarının Ücretleri” başlıklı II. Bölümünün 3. maddesinin c bendinde fazla çalışmanın saat başına ödenecek temel ücretin 1,25’inden az olmamak üzere yasal düzenlemeler veya toplu sözleşmelerle belirleneceği belirtilmiştir. Deniz İş Kanunu’nun yukarıda belirtilen hükmü uluslararası
düzenlemelere de uygun düşmektedir. Buna göre hesaplama % 25 zamlı ücretle yapılmalıdır.
Çalışma sürelerinin ispatı noktasında işverene karşı dava açan tanıkların
beyanlarına ihtiyatla yaklaşılması gerekir. Fazla çalışma, hafta ve genel tatili alacaklarının ispatında salt husumetli tanık beyanlarıyla sonuca gidilemez. Bununla birlikte yan delil ya da olgularla desteklenen husumetli tanık beyanlarına itibar edilmelidir. Bu çerçevede; işin ve işyerinin özellikleri, davalı tanıklarının anlatımları, iş müfettişinin düzenlediği tutanak veya raporlar ve aynı çalışma dönemi ile ilgili olarak söz konusu alacakların varlığına ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararları gibi hususlar yan delil ya da olgular olarak değerlendirilebilir.
Uygulamada genellikle işçinin yerleşim yerinin uzağında bir işyerinde
çalışması halinde hafta tatilinin ay içinde toplu olarak kullandırıldığı bilinmektedir. Bu tür bir uygulama için işçinin rızası alınmış olsa bile hafta tatilinin usulüne uygun kullandırıldığından söz edilemez. Başka bir anlatımla hafta tatilinin toplu olarak kullandırılması haftalık dinlenme hakkının özüne aykırı olup, işçinin rızası sonucu değiştirmez.
Hafta tatilinin ay içinde toplu olarak kullandırılması halinde sadece bir hafta tatilinin usulüne uygun kullandırıldığı kabul edilebilir. Örneğin, yerleşim yeri uzağında olan bir şantiyede çalışan işçiye hafta tatili ayda dört gün toplu olarak kullandırıldığında ilk izin günü, çalışılan son haftanın dinlenme hakkı yerine geçecek, diğer üç gün hafta tatili kullanma anlamında değerlendirilmeyecektir. Usulüne uygun kullandırılmadığı kabul edilen hafta tatillerinde yapılan çalışma karşılığı ücretin %50
zamlı olarak hesaplanması gerekir. Bununla birlikte, işyerinin konumu ve işçinin isteğiyle gerçekleşen böyle bir uygulamada, hafta tatili olarak değerlendirilmeyen süreler için ödenen ücretin mahsup edilmesi hakkaniyete uygun düşer.
İşçinin uzun süre yıllık izin kullandırılmadığı iddiaları karşısında 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 31.maddesinde öngörülen davayı aydınlatma ödevi çerçevesinde hâkimin davacı işçiyi bizzat dinleyerek çalışma ve dinlenme süreleri konusunu açıklığa kavuşturması gerekir. Dairemizce uzun süre kavramı beş yıl ve daha fazla süre olarak değerlendirilmiş olup, kullandırılmadığı iddia edilen izin süresinin toplamda beş yıllık veya daha fazla olması halinde anılan hüküm
çerçevesinde uygulama yapılmalıdır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun “Sözleşmenin sona ermesinde izin ücreti” başlığını taşıyan 59. maddesine göre, “iş sözleşmesinin, herhangi bir nedenle sona ermesi halinde işçinin hak kazanıp da kullanmadığı yıllık izin sürelerine ait ücreti, sözleşmenin sona erdiği tarihteki ücreti üzerinden kendisine veya hak sahiplerine ödenir. Bu ücrete ilişkin zamanaşımı iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren başlar”. Belirtilen düzenlemede iş sözleşmesinin sona ermesi halinde kullandırılmamış olan yıllık izin sürelerine ait ücretin “ücret” niteliği özellikle vurgulanmıştır.
İş Kanunu’nun 32. maddesinin 6. fıkrasına göre iş sözleşmelerinin sona
ermesinde, işçinin ücreti ile sözleşme ve Kanundan doğan para ile ölçülmesi mümkün menfaatlerinin tam olarak ödenmesi zorunludur. Aynı maddenin 8. fıkrasına göre ise, ücret alacaklarında zamanaşımı süresi beş yıldır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 126.maddesinin 3.bendine göre,
başkalarının maiyetinde çalışan veya müstahdemi olan kimselerin, hizmetçilerin, yevmiyecilerin ve işçilerin ücretleri hakkındaki davaların beş yıllık zamanaşımına tabi olduğu belirtilmişti. Yargıtay da anılan düzenleme uyarınca yıllık izin ücretinin beş yıllık zamanaşımına tabi olduğunu kabul etmekteydi. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra anılan Kanunda 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 126/3 hükmüne yer verilmediği gerekçesiyle yıllık izin ücretinin Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde düzenlenen on yıllık genel zamanaşımına tabi olacağı ileri sürülmüştür.
Ancak Türk Borçlar Kanunu’nun 147. maddesinin gerekçesinde hizmet sözleşmesi hükümlerine göre çalışanların “dönemsel edimler” niteliğindeki ücret alacaklarının aynı maddenin 1. bendi kapsamına girmesi nedeniyle 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 126. maddesinin 3. bendindeki hükmün ayrıca düzenlenmesine gerek görülmediği belirtilmiştir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 147.maddesinin 1.bendine göre, “Kira bedelleri, anapara faizleri ve ücret gibi diğer dönemsel edimler” beş yıllık zamanaşımına tabidir. Yıllık ücretli izin dönemsel edim niteliğinde olup, buna ait ücret hakkında da anılan hüküm uygulanmalıdır.
Nitekim 12.10.2017 tarih ve 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 15. maddesi ile İş Kanunu’na eklenen ek 3. maddede de yıllık izin ücretinin beş yıllık zamanaşımına tabi olduğu açıkça düzenlenmiştir. Buna göre Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarih ile İş Mahkemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarih arasındaki dönemde de yıllık izin ücretinin tabi olduğu zamanaşımı süresi beş yıldır.
Yurt dışında Türk firmasına ait işyerinde çalışan Türk işçisi ile işvereni
arasındaki uyuşmazlıklarda 5718 sayılı Milletlerarası Özel Usul Hukuk ve Usul Hakkında Kanunu’nun 27.maddesi uyarınca milli hukukun uygulanması söz konusu olduğunda yabancı ülke mevzuatına göre milli ve dini tatil günleri için çalışma karşılığı olmaksızın ücret ödenen işçiye ayrıca Türk mevzuatı uyarınca milli ve dini bayram ücretinin ödenmesi mükerrer yararlanmaya yol açar. Bu nedenle, yabancı ülke mevzuatı uyarınca ödenmiş olan tatil ücretleri, Türk mevzuatının öngördüğü ulusal bayram ve genel tatil günlerindeki çalışma karşılığı olarak hesaplanan ücretten mahsup edilmelidir.
Mirasçılarından mal kaçırmak isteyen murisin bağışlama amacıyla ancak mirasçıların saklı paylarının önüne geçmek için görünüşte ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak yaptığı tasarruflar muris muvazaası kapsamında iptal edilebilmektedir. Öncelikle, muvazaa nedir, muris muvazaası nedir, ölünceye kadar bakma sözleşmesi nedir, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin özellikleri ve hükümleri nelerdir sorularını açıklayalım. Akabinde muris muvazaası olarak yapılan gizli bağışlama işleminin görünüşte ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak yapılmasına bağlanan hukuki sonuçları ele alalım.
Muvazaa tarafların gerçek iradelerini gizleyerek gerçekte olan durumu veya işlemi farklı şekilde göstermesi, irade ile beyanın birbiri ile farklılık göstermesidir. Muvazaalı olarak yapılan bir işlemde gerçek amaç gizlenmiş, üçüncü kişileri yanıltmak veya kandırmak maksadıyla görünüşte başka bir işlem gibi gösterilmiştir. Kural olarak hukukta sözleşmeler irade ve beyanın birbiri ile uyumlu olması ile sonuç doğurur. Bu sebeple; irade ve beyanın birbiriyle uyumlu olmadığı muvazaalı işlemlerin (görünüşteki işlemin) geçersiz olduğu kabul edilmektedir.
Mirasbırakanın mirasçılarının miras payını azaltmak veya tamamen ortadan kaldırmak için gerçekte bağışlamak istediği miras mal varlığını, genellikle görünüşte satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile devir olarak göstermesi, muris muvazaası olarak tanımlanabilir. Murisin gerçek ve gizli amacı miras mal varlığını bağışlamaktır, görünüşteki işlemi ise mirasçılarının miras payını engellemek için gerçek iradesinden farklı bir işlem olarak göstermektedir. Burada murisin mirasçılarını aldatma, mirasçılarından mal kaçırma kastı bulunmaktadır.
Muris muvazaası muvazaa hükümleri dışında ayrıca kanunda düzenlenmemiş olup, hukuki dayanağını 01.04.1974 tarihli 1974/1-2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır. Bu karar yalnızca tapuya kayıtlı taşınmaz mallar açısından uygulama alanı bulmaktadır. Saklı pay sahibi olsa da, olmada da muris muvazaası ile tapuya kayıtlı taşınmaz mallar üzerindeki miras hakkı ihlal edilen tüm mirasçılar, muris muvazaası sebebiyle tapu iptal ve tescil davası açabilirler. Bu konuda miras hukuku avukatı, tapu davaları avukatından hukuki detsek alınmalıdır.
Ölünceye kadar bakma sözleşmesi, bakım borçlusunun bakım alacaklısını ölünceye kadar bakıp gözetmeyi, bakım alacaklısının da bir malvarlığını veya bazı malvarlığı değerlerini ona devretme borcunu üstlendiği sözleşmedir. Ölünceye kadar bakma sözleşmeleri ivazlı sözleşmelerdir, her iki tarafa borç ve alacak doğurmaktadır.
Ölünceye kadar bakma sözleşmesi resmi şekil şartına bağlı olup, resmi şekilde yapılmadığı takdirde geçerli olmaz. Ancak şekil şartına uyulmamış olmasına rağmen, sözleşmeden doğan edimler tam olarak ifa edildikten sonra veya tama yakın olacak şekilde uzun süredir sözleşme gerekleri yerine getirildikten sonra, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin geçersiz olduğunun ileri sürülmesi TMK 2 dürüstlük kuralına uygun bulunmamaktadır.
“Resmi şekilde düzenlenmeyen ölünceye kadar bakım sözleşmelerine değer verilerek tapu iptali ve tescil hükmü kurulması mümkün değildir.” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2008/14-70 E. 2008/104 K. 06.02.2008) (Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2011/3435 E. 2011/4733 K. 11.04.2011 )
“Ölünceye kadar bakma sözleşmelerinin Borçlar Kanunu Yasasının 512. Maddesi hükmünce geçerli ve var sayılabilmesi için 28.03.1962 tarihli İçtihadı Birleştirme metninde açıklandığı üzere Madeni Kanun’un 480, 481, 482. Maddelerine uygun biçimde yapılması gerekir. Bu biçime uygun olmaya sözleşmeler hukukça geçerli değildir ve var sayılmazlar. O halde uyuşmazlık konusu 30.05.1967 günlü sözleşmenin bu biçimde düzenlenip düzenlenmediğinin araştırılması gerekir.” Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 1975/7535 E. 1976/4243 K. 22.04.1976)
Bakım alacaklısı, ölünceye kadar bakma sözleşmesiyle bakım borçlusunu mirasçı olarak atayabilir. Bu durumda ölünceye kadar bakma sözleşmesine miras sözleşmesine ilişkin hükümler uygulanır.
Bakım alacaklısı ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile bakım borçlusuna bakım ve gözetim yükümlülüğünün karşılığında taşınır veya taşınmaz mallarını devretme borcu altına girmişse, bakım alacaklısına bu devri sağlaması gerekmektedir. Sözleşme ile bakım alacaklısının borçlandığı devir işlemi sağlanmazsa, bakım borçlusu mahkemeye başvurarak bu malların devrini isteyebilir.
“Dava ölünceye kadar bakma sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri taraflara hak ve borçlar yükleyen sözleşmelerden olup, bakım borcuna karşılık bir taşınmazın devri kararlaştırıldığında, bakım alacaklısının ölümünden sonra onun mirasçıları mülkiyeti geçirme borcu ile yükümlüdürler. Bu yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde, sözleşmeye dayanılarak tapu iptali ve tescil istemi ile dava açılabilir.” (Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2015/17357 E. 2016/5115 K. 26.04.2016). Ölünceye kadar bakma sözleşmesi muris muvazaasına ilişkin emsal kararlar.
Bakım alacaklısının ölümü : Bakım alacaklısının ölmesiyle birlikte ölünceye kadar bakma sözleşmesi kendiliğinden sona eder.
Bakım borçlusunun ölümü : Bakım borçlusunun ölmesi, bakım alacaklısının ölmesinden farklı olarak sözleşmeyi kendiliğinden sona erdirmez. Bakım borçlusunun ölmesi, bakım alacaklısına 1 yıl içinde sözleşmeyi sona erdirme hakkı verir. Bakım borlusunun kişiliği ve özellikleri ölünceye kadar bakma sözleşmesinin yapılmasında bakım alacaklısı için oldukça önemlidir. Bu sebeple; bakım alacaklısının, bakım borçlusunun mirasçılarıyla bakım sözleşmesini sürdürüp sürdürmeyeceği hakkında 1 yıl içinde karara varması gerekmektedir.
Bakım alacaklısı 1 yıllık süre içinde fesih hakkını kullanırsa bunu mirasçıların her birine bildirmesi gerekmektedir. Bakım alacaklısının fesih hakkını kullanmasıyla birlikte, ölünceye kadar bakma sözleşmesi ileri etkili olarak sona erer. Bu durumda bakım alacaklısı, TBK 619. Hükümlerine göre belirlenen miktar parayı bakım borçlusunun mirasçılarından isteyebilir.
Bakım alacaklısı sözleşmeyi feshetmezse mirasçılar ölünceye kadar bakma sözleşmesinin tarafı haline gelirler. Mirasçılar TMK 641/1 uyarınca bakım ve gözetim yükümlülüğünden müteselsilen sorumlu olurlar. Bu sorumluluk TMK 681/2 uyarınca mirasın paylaşılmasından itibaren 5 yıl geçmekle sona erer.
“Davacı dava konusu taşınmazı ölünceye kadar bakma sözleşmesi uyarınca oğlu O.’ya temlik ettiğini, ancak bakma borçlusunun ölümü üzerine mirasçıları olan davalıların kendisine bakmadıklarını ileri sürerek akdin feshini ve tapu kaydının iptalini ile adına tescilini istemiştir. Alacaklının ölümü, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin sona ermesini gerektirdiği halde, borçlunun ölümü ile bu sözleşme sona ermez. Borçlar yasasının 518. Maddesinde böyle bir durumda alacaklıya 1 yıl içerisinde akdi feshetmek hakkı tanınmışsa da borçlunun mirasçıları için böyle bir hak tanınmamıştır. Alacaklı, anılan yasa maddesinde öngörülen fesih hakkını kullanmadığı takdirde, borçlunun mirasçıları miras bırakanlarının akitten doğan bakma borcunu yerine getirmekle yükümlüdürler. Hal böyle olunca iddia ve savunma incelenerek davalıların ölünceye kadar bakma akdinden doğan vecibelerini yerine getirip getirmediklerinin araştırılması ve hasıl olacak sonuç çerçevesinde hüküm kurulması gerekirken..” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 1986/4003 E. 1986/4398 K.14.04.1986)
“Bakım alacaklısının ölüm nedeniyle sözleşmeyi bozması halinde bakım borçlusuna verdiği malı aynen mirasçılarından geri istemesine yasal olanak yoktur. Bu durumda Borçlar Kanunu 518. Maddesinde açıkça belirtildiği üzere sadece borçlunun iflası halinde, iflas masasından isteyebileceği miktara eşit bir para talep edebilir.” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 1999/13192 E. 1999/13400 K. 15.12.1999). Tapu iptal ve tescil davalarında ölünceye kadar bakma sözleşmesinin muris muvazaası hukuki temeline dayanması içtihat örnekleri.
Edimler arasındaki aşırı oransızlık sebebiyle önel verilerek fesih : Sözleşmenin kurulması anında edimler arasında yani, bakım borcu ile bakım alacaklısının yüklendiği karşı edim arasında önemli ve aşırı ölçüde oransızlık olması ve sözleşmenin kurulması esnasında edimi daha ağır olan tarafın bu durumu bilmiyor olması halinde TBK 516 uyarınca edimi daha ağır ola tarafın önel vererek sözleşmeyi feshetme hakkı bulunmaktadır. Sözleşmeyi fesheden tarafın bu durumu karşı tarafa bildirmesi gerekmektedir, bildirimin ulaşmasından 6 ay sonra sözleşme geçmişe etkili olarak kendiliğinden sona erer.
Sözleşmesinin önel verilmek suretiyle sona ermesi halinde sözleşme geçmişe etkili olarak sona ereceğinden, sözleşmenin sona ermesine kadar yapılmış olan edimlerin yapılacak denkleştirme sonucunda TBK 616. Maddesine göre iade edilmesi gerekir.
Sözleşmeye aykırılık veya önemli nedenlerle önel verilmeksizin fesih : Taraflardan birinin ölünceye kadar bakma sözleşmesinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmemesi sebebiyle, diğer tarafın önel vermeksizin sözleşmeyi TBK 617 uyarınca feshetme hakkı bulunmaktadır.
Sözleşme yükümlülüklerine aykırılığın haricinde sözleşmenin devamını imkansız hale getiren veya aşırı ölçüde güçleştiren önemli bir sebebin varlığı halinde taraflardan her biri sözleşmeyi önel vermeksizin feshedebilir. Örneğin bakım alacaklısının evlenmesi, bakım borçlusunun ölmesi vs. Durumlar önemli bir sebep olarak kabul edilebilir. Ölünceye kadar bakma sözleşmesinin iptali avukat
Sözleşmeye aykırılık veya önemli sebebin varlığı halinde sözleşmenin önel verilmeksizin TBK 617 uyarınca feshi için, gerekçesiyle beraber feshin karşı yana bildirilmesi gerekir. Bildirimin ulaştığı tarih itibarıyla ölünceye kadar bakma sözleşmesi geçmişe etkili olarak sona erer. Bu sebeple; o ana kadar ifa edilmiş edimlerin geri verilmesi gerekmektedir.
Sözleşmenin TBK 617 uyarınca önel verilmeksizin feshi için kusur şart değildir. Ancak taraflardan birinin kusurunun varlığı halinde kusurlu taraf tazminat ödemekle yükümlü olabilir. Tazminat davalarında miras hukuku avukatı ile çalışılmasını tavsiye ederiz.
“Somut olayda davacının ev ve zeytinlik niteliğini taşıyan üç parça taşınmazını 04.12.1991 tarihinde davalıya ölünceye kadar bakma akdiyle devir ve temlik ettiği, davalının davacıya bir süre baktıktan sonra yükümlülüğünü yerine getirmede akde aykrıı davranış içine girdiği, bunun üzerine davacının huzurevinde bakıma alındığı, dosya içeriğinden ve toplanan delillerden anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken…” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 2000/8865 E. 2000/9517 K. 06.07.2000)
TBK 617/2 : “Hâkim, sözleşmenin önel verilmeksizin feshini yerinde bulabileceği gibi, taraflardan birinin istemiyle veya kendiliğinden, aile topluluğu içinde yaşamalarına son vererek, bakım alacaklısına ömür boyu gelir bağlayabilir.”
Hakim tarafından 617/2 uyarınca bir karar verilmesi halinde sözleşme ilişkisi sona ermez. Bakım yükümlülüğü irad ödeme şeklinde devam ettirilir.
Tarafların anlaşmasıyla sona erme : TMK 546/1 uyarınca miras sözleşmesi tarafların yazılı sözleşmesiyle her zaman ortadan kaldırılabilir. Bu madde yalnızca ölüme bağlı tasarruf yapan için düzenlenmiş olup, miras bırakanın mirasçıları açısından geçerli değildir.
Bakım alacaklısının ölümü sözleşmeyi sona erdirmez, bakım alacaklısının malvarlığı kendiliğinden bakım borçlusu malvarlığına geçer. Bu sebeple; bakım alacaklısının ölümü üzerine, mirasçıları ile bakım borçlusu arasında yapılan anlaşma ile sona erdirilemez.
Bakım borçlusunun ölümü : Bakım borçlusunun ölümü halinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi TMK 548 uyarınca kendiğinden son bulur. Borçlar hukuku nitelikli sözleşmeden farklı olarak bakım borçlusunun hakları mirasçılarına geçmez. Mirasçılar aksi kararlaştırılmış olmadıkça en çok TMK 548/2 uyarınca bakım alacaklısından ölünceye kadar bakma sözleşmesi uyarınca yerine getirilen edimler sebebiyle bakım alacaklısının malvarlığında oluşan zenginleşmeyi isteyebilirler.
Tek taraflı sona erdirme : TMK 546/2 fıkrası mirasçı atanan veya lehine öbt yapılan kişinin mirasbırakana karşı miras sözleşmesinin yapılmasından sonra mirasçılıktan çıkarma (ıskat) sebebi oluşturan davranışta bulunması halinde mirasbırakanın tek taraflı olarak sözleşmeyi sona erdirebileceğini düzenlemiştir. Iskat sebepleri TMK 510’da düzenlenmiş, bu sebeplerin mirasbırakana ve mirasbırakanın yakınlarına karşı işlenmesi durumunda sona erdirme hakkı tanımıştır. Ancak TMK 546/2’ye göre miras sözleşmesi bakımından ıskat sebeplerinin yalnızca mirasbırakana karşı gerçekleşmesi halinde tek taraflı sona erdirme hakkı olup, yakınlarına karşı gerçekleşmesi halinde tek taraflı sona erdirme hakkı bulunmamaktadır.
Sözleşmeye aykırılık nedeniyle sona erdirilmesi : Bakım borçlusunun bakım borcunu yerine getirmemesi durumunda bakım alacaklısı TMK 547 uyarınca sözleşmeden dönme yoluyla sona erdirebilir. Bakım alacaklısının sözleşme ile devretme borcunu üstlenmiş olmasına rağmen tapu devretmemesi veya güvenceye bağlamaması halinde bakım borçlusu da sözleşmeye aykırılık sebebiyle dönme hakkını kullanarak sözleşmeyi sona erdirebilir.
Bakım borçlusunun iflası : Bakım borçlusunun iflası ile ölünceye kadar bakma sözleşmesi ileriye etkili olarak sona erer. Bu sebeple; yerine getirilmiş olan edimler geri istenemez. Ancak bakım alacaklısının bakım alacağının yerini para alacağı alır, iflas masasına alacak olarak kaydedilir. Sözleşmenin sona erme tarihi iflas tarihidir.
Ölünceye kadar bakma sözleşmesinin sona ermesi, iptali, muris muvazaası sebebiyle tapu iptali vs. Hukuki sorunlar için miras hukuku avukatı iletişim https://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Muris muvazaası kanunda muvazaa hükümlerinden ayrı olarak düzenlenmiş değildir. Muris muvazaası TBK 19. Maddesinde düzenlenen muvazaa nisbi muvazaa (nitelikli muvazaa) niteliğinde olmakla beraber hukuki dayanağını 01.04.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
Muris muvazaasında asıl ve gizli amaç bağış olmasına rağmen, görünüşte ölünceye kadar bakma sözleşmesi (veya satış) olarak tasarruf yapılmıştır. Yani bağış işlemi ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlenmiştir. Amaç mirasçıları aldatmak ve mirasçılardan mal kaçırmaktır.
Muris muvazaasından söz edebilmek için muvazaa anlaşması ve mirasçılardan mal kaçırma kastı, gizli sözleşme, görünüşteki sözleşme unsurlarının varlığı şarttır. Örneğin muris mal kaçırma kastı ile değil de hacizden mal kaçırma katı ile devri durumunda; mirasçı muris muvazaasından farklı olarak miras bırakanın külli halefi olduğundan sözleşmenin tarafı gibi ispat kurallarına tabi olacaktır.
Muris tarafından yapılan ve muvazaalı olan görünüşteki işlem muvazaa sebebiyle geçersizdir. Ancak; gizli işlem olan bağış işlemi herhangi bir şekle bağlı olmadığından geçerlidir.
Ölünceye kadar bakma sözleşmesi ivazlı sözleşmelerdendir. Yani muris bu sözleşmeyi ölünceye kadar bakılıp gözetilme karşılığında malvarlığını kısmen veya tamamen devretme borcu altına girmekle beraber, kendisi de bakım alacaklısıdır. Bu sebeple; ölünceye kadar bakma sözleşmesinin yapılmasında murisin gerçek amacının ne olduğunu tespiti önemlidir. Ölünceye kadar bakma sözleşmende karşılıklı olarak edimler bulunmalı ve belirlenmiş olan edimler orantılı ve makul olmalıdır. Aksi halde ölünceye kadar bakma sözleşmesinde bakılıp gözetilme amacının değil, bağışta bulunma amacının üstün olduğu yorumu ile 01/04/1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uygulama alanı bulur. Bu noktada temlikte bakıp gözetme koşulunun değil bağış amacının üstün tutulup tutulmadığının saptanması önem taşımaktadır.
“Ölünceye kadar bakma akdi iki taraflı ivazlı bir akit olduğundan bakım borcunun temini için bununla orantılı ve makul düzeyde bir temlik yapılmış olması gerekir.” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2012/15655 E. 2013/1645 K. 11/02/2013 )
Gizli bağış işlemi resmi şekil şartına tabi olmadığından muris muvazaası ile yapılan işlem geçerli olur. 01/04/1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ise yalnızca tapulu taşınmazlar yönünden uygulama alanı bulur.
“Murisin özellikle bir parça taşınmazını devretmek suretiyle bakımını sağlayabileceği yerde, ilk temlikten 10 gün sonra başka bir taşınmazdaki payını da temlik ettiği ve bunların sahip olduğu en değerli taşınmazları olduğu gözetildiğinde temlikteki asıl irade ve amacının bakım sağlamak değil, mirasçılardan mal kaçırmak olduğu, böyle olunca da yapılan temlikin muvazaa ile illetli olup iptali gerektiği sonucuna varılmıştır.” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2021/1-1277 E. 2019/549 K. 09/05/2019 )
Muris muvazaası sebebiyle açılacak tapu iptali ve tescil davalarında temlik edilen malın tüm mamelekine oranı ve bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olgular göz önünde bulundurulur. Bu davalarda mirasçılar muris muvazaası iddiasını tanık dahil her türlü delil ile ispat edebilir. Ölünceye kadar bakma sözleşmeleri ivazlı akitlerden olduğundan muvazaa iddiası kural olarak her zaman ileri sürülebilir.
Bir kimsenin geliri ile kendisine baktırması mümkünken ölünceye kadar bakma adı altında taşınmazlarını temlik etmesi dahi yorum yoluyla muris muvazaası olduğu yönünde değerlendirilmektedir.
Ölünceye kadar bakma sözleşmesinin muris muvazaası sebebiyle geçersiz olduğu iddiasıyla tapu iptal ve tescil tavasına konu edilse de, ivazlı akitlerden oldukları için tenkis davasına konu edilemezler.
Bu tür akitlerde bakım alacaklısının mutlaka akit tarihinde bakıma muhtaç olması şart değildir. Yine içtihatlara göre mirasbırakan yaşadığı sürece bakılmadığı iddiası ile dava açmadığına göre davalının bakım borcunu yerine getirdiğinin kabulü gerekmektedir.
Muris muvazaası sebebiyle açılan iptal davalarında miras bırakanın gerçek amacının saptanması önemlidir. Bu noktada miras bırakanın geliri, yaşı, sağlık durumu, ivaz olarak belirlenen malvarlığının tüm malvarlığına oranı vs. Gibi tüm oldular değerlendirilmektedir.
“Somut olayda, dosya içeriği ve toplanan deliller yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde; murisin tek taşınmazı olan bağımsız bölümünü davalı oğlu …’ye ölünceye kadar bakım aktiyle devrederken aynı zamanda kendisini güvenceye almak için intifa hakkını uhdesinde tuttuğu, pay temliki yapabilecekken taşınmazın tamamını devrettiği, ekonomik durumunun kendisini baktırmaya yetecek seviyede olduğu, nitekim evinde kaldığı sürede bakımının ağırlıklı olarak bakıcısı tarafından yapıldığı, gerek bakıcı masrafının gerekse bakımevine yattığında da bakımevi masrafının kendi maaşından karşılandığı; sonuç itibariyle ölünceye kadar bakım akti yapmasındaki gerçek iradesinin bakılıp gözetilme koşulundan değil, özellikle davacı oğlunun eşi ile yaşadığı anlaşmazlıktan ötürü taşınmazdan davacı oğlunun pay almaması düşüncesinden kaynaklandığı ve muvazaa ile illetli bulunduğu kanaatine varılmaktadır.” (Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 2014/18932 E. 2017/1680 K. 04/04/2017 )
Miras hukuku avukatı, tapu iptal ve tescil, ölünceye kadar bakma sözleşmesinin iptali avukat
Sigorta hukukunda söz konusu rizikonun teminat dışı olduğunu ispat külfeti sigortacıya aittir. Ancak bu külfetin sigortacı tarafından yerine getirilmesi için söz konusu kazanın gerçekleştiği yeri, zamanı ve diğer hususları sigortalı tarafından zamanında bildirmiş olması gerekmektedir. Kasko sigortası genel şartlarında “sürücünün kimliğinin tespit edilmesini engellemek için kaza yerinden ayrılma” denilmek suretiyle, maddede ifade olunan haller ile benzer haller dışında olay yerini terkin, zararın teminat dışı olmasına yol açacağı kabul edilmiştir.
Bu sebeple; gerçekleşen kazayı kaza anında değil, sonradan bildirmek sürücünün kimliğini tespiti açısından şüphe uyandırmakta ve bu durumda Yargıtay içtihatlarında ispat külfetinin yer değiştireceği kabul edilmektedir. Emsal içtihatlar şu şekildedir .
Davacı vekili; davalı şirketi nezdinde kasko sigortalı bulunan davacıya ait aracın, tek taraflı trafik kazası yapması neticesinde aracın ağır şekilde hasarlandığını, araç sürücüsü…’un hakkında yakalama kararı olması nedeniyle korkarak kaza yerini terk ettiğini, ancak hakkında verilmiş, bir yakalama kararı olmadığını öğrenince aynı gün Jandarma Komutanlığına gittiğini ve ekiplerin kendisini aynı gün saat 23.50’de alkol muayenesine sevk ettiğini, alkollü olmadığının belirlendiğini, hasarın ödenmesi için
sigorta şirketine yapılan başvurunun ise, talebin teminat dışı olduğu gerekçesiyle haksız biçimde reddedildiğini, davacının 14/07/2015 tarihinde aracı 19.000,00-TL bedelle sattığını, bu nedenle sovtaj değerinin düşülmesi sonucunda ve fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 37.000,00-TL maddi tazminatın davalı şirketinden tahsilini talep etmiştir.
Mahkemece, iddia, savunma, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre, davanın kabulü ile 37.000,00-TL’nin 15/05/2014 tarihinden avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm davalı vekili tarafından istinaf edilmiştir .
XXX Bölge Adliye Mahkemesince; davacının kendi iddiasına göre, ifade ettiği kazanın oluş şekli ile aracın ağır hasara uğraması ve kazada üç kişinin yaralanması değerlendirildiğinde, daha sonra sürücü olduğunu ileri sürerek kolluk güçlerine müracaatı bulunan…’un dosya içerisinde mevcut ifadesinde herhangi bir yaralanmasının olmadığını belirtmesi ve aynı gün yapılan muayenesinde de herhangi bir cebir izine ve lezyona rastlanmadığının tespit edildiği gözetildiğinde, kazanın sigortalının ileri sürdüğü biçimde gerçekleştiği ve doğru ihbarda bulunduğu konusunda ciddi tereddüt meydana geldiğinden ispat yükünün yer değiştirdiği, bu nedenle araç sürücüsünün gerçekte kim olduğunu ve olay yerini zarureten terk ettiği geçerli ve somut delillerle ispat edemediğine göre.
kaza tarihinde yürürlükte bulunan ve 01/04/2013 tarihinde yürürlüğe giren Kasko Sigortası Genel Şartlarının A.5.10 maddesi gereğince, talebin teminat dışı kaldığı gözetilerek davanın reddi gerektiği gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun HMK.m.353/1-b/2 hükmü uyarınca kabulü ile XXX 5. Tüketici Mahkemesi’nin 22/05/2017 gün ve XXX- XXX sayılı kararının kaldırılmasına, davanın reddine karar verilmiş.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir İlk derece mahkemesince verilen karara yönelik olarak davalı vekili tarafından yapılan istinaf başvurusu üzerine HMK’nın 355 vd. maddeleri kapsamında yöntemince yapılan inceleme sonucunda Bölge Adliye Mahkemesince esastan verilen nihai kararda, dosya kapsamına göre saptanan somut uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken hukuk kurallarına aykırı bir yön olmadığı gibi HMK’nın 369/1. ve 371. maddelerinin uygulanmasını gerektirici nedenlerin de bulunmamasına göre usul ve yasaya uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın HMK’nın 370/1. maddesi uyarınca ONANMASINA, dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine ve aşağıda dökümü yazılı 575,60 TL fazla alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 09/06/2020 gününde oybirliğiyle karar
verildi.
Davacı vekili, davalının kasko sigorta poliçesiyle sigortaladığı davacıya ait aracın 10.05.2014 tarihinde yaptığı tek taraflı kazada ağır hasar gördüğünü, davalıya yapılan başvuruya rağmen ödenmesi gereken poliçe bedelinin ödenmediğini belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 40.000,00 TL’nin kaza tarihinden işleyecek reeskont faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep etmiş, 17.09.2015 tarihinde talebini 41.666,00 TL’ye artırmıştır.
Davalı vekili, davacıya ait aracın sürücüsünün kaza anında alkollü olması ihtimali bulunduğunu, davacının doğru ihbar yükümlülüğüne uymadığını, davacı sürücüsünün kazadan sonra firar etmiş olması nedeniyle alkollü sevk olmadığı ve sürücü değişikliği yapılmadığını ispat yükünün davacı yanda olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, iddia, savunma, yapılan yargılama, toplanan delillere göre; davanın kabulü ile 41.666,00 TL’nin 40.000,00 TL’sinin 11.06.2014 temerrüt, 1.666,00 TL’sinin 17.09.2015 – ıslah tarihinden işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, kasko sigorta poliçesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.
Mal sigortaları türünden olan kasko sigortasının teminat kapsamını belirleyen KSGŞ A/1 maddesine göre; gerek hareket gerekse durma halinde iken sigortalının veya aracı kullananın iradesi dışında araca ani ve harici etkiler neticesinde sabit veya hareketli bir cismin çarpması veya aracın böyle bir cisme çarpması, devrilmesi, düşmesi, yuvarlanması gibi kazalar ile 3. kişilerin kötü niyet ve muziplikle yaptıkları hareketler ile fiil ehliyetine sahip olmayan kişilerin yol açacağı zararlar, aracın yanması, çalınması veya çalınmaya teşebbüs sonucu oluşan maddi zararların bütününün sigortanın teminat kapsamında olduğu anlaşılmaktadır.
Olay tarihinde geçerli olan KSGŞ’nın A.5.10. maddesinde, “zorunlu haller (tedavi veya yardım amaçlı sağlık kuruluşuna gitme, can güvenliği nedeniyle uzaklaşma vb) hariç olmak üzere bu maddenin 5,4 ve 5,5 nolu bentlerdeki ihlaller nedeniyle, sürücünün kimliğinin tespit edilmesini engellemek için kaza yerinden ayrılma” denilmek suretiyle, maddede ifade olunan haller ile benzer haller dışında olay yerini terkin, zararın teminat dışı olmasına yol açacağı kabul edilmiştir.
Diğer taraftan, poliçe tanzim tarihi ve olay tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6102 sayılı TTK’nın 1409/1. maddesi uyarınca, sigortacı geçerli bir sigorta ilişkisi kurulduktan sonra oluşan rizikolardan sorumlu olduğu gibi aynı maddenin 2. fıkrası hükmüne göre, kural olarak rizikonun teminat dışında kaldığına ilişkin iddianın sigortacı tarafından kanıtlanması gerekmektedir. Olayın sigortalının ihbar ettiği şekilde değil de sigortacının
iddia ettiği şekilde gerçekleşmesi halinde ise, bu oluş şeklinin Kasko Sigortası Genel Şartlarının A.5. maddesinde sayılan teminat dışında kalan hallerden olması gerekmektedir.
İlkeler yukarıda anlatılan şekilde olmakla birlikte sigortalı, Kasko Poliçesi Genel Şartlarının A.5. maddesi ve TTK 1446/2 maddesi uyarınca rizikonun gerçekleştiğine dair doğru ihbar mükellefiyetini kasten yerine getirmez veya iyi niyet kurallarına açıkça aykırı şekilde sigorta teminatı dışında kalan bir hususu sanki bu oluşan riziko teminat içinde imiş gibi ihbar ederse ispat yer değiştirip oluşan rizikonun teminat içinde kaldığını ispat
yükü sigortalıya geçer.
Bu ilkeler doğrultusunda somut olaya bakıldığında; araç sürücüsü olduğu ileri sürülen dava dışı …’ın, olaydan 4 gün sonra karakola giderek verdiği ifadesinde aracın yanması nedeniyle arkadaşlarının kendisini olay yerinden uzaklaştırdığını, döndüğünde ise aracın yerinde olmadığını belirttiği görülmüştür. Kaza tespit tutanağında da sürücünün firari
olduğu yazılmıştır. …’ın olaydan sonra olay yerine gelmesine karşılık aracın yerinde olmaması üzerine en yakın karakola gitmeyerek olaydan 4 gün sonra ifade verdiği ve hastane müracaatının da bulunmadığı dosya kapsamında sabittir. Bu haliyle hasarın teminat içinde olduğunun ispat yükümlülüğü sigortalıdadır.
Bu durumda, mahkemece olayın oluş şekline ve 01.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren Kara Araçları Kasko Sigorta Genel Şartları A.5.10 maddesine göre sigortalının meydana gelen kazanın teminat içinde gerçekleştiğini ispat edememiş olmasına göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken hatalı gerekçe ile davanın kabulüne dair karar
verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 16/12/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Davacı vekili, 02.02.2014 tarihinde, davalının birleşik kasko sigortacısı olduğu, müvekkiline ait dava dışı … sevk ve idaresindeki kamyonun karıştığı ölümlü ve maddi hasarlı trafik kazası sonrası kamyon sürücüsünün çevredekilerin tepkisi nedeniyle ve korkuyla olay yerinden
uzaklaştığını, ertesi gün karakola gidip teslim olduğunu, kaza nedeniyle kamyonda oluşan hasar bedelinin ödenmesi için davalıya başvurulmasına karşın davalının 01.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren Kasko Sigortası Genel Şartlarının A-5.10. maddesi kapsamında ödeme yapmadığını belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı 10.600,00 TL’nin temerrüt
tarihinden işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davacı taraf, 02.02.2014 tarihinde gerçekleşen kazada aracının hasarlandığını, sürücünün can güvenliği nedeniyle olay yerinden ayrılmak durumunda kaldığını belirterek davalı şirketinden kasko sigorta sözleşmesi nedeniyle fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 10.600,00 TL tazminatın tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı rizikonun teminat dışı olduğunu savunmuştur. 01.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren Kasko Genel Şartlar A.5.10. maddesi “Zorunlu haller
(tedavi ve yardım amaçlı sağlık kuruluşuna gitme, can güvenliği nedeni ile uzaklaşma vb) hariç olmak üzere bu maddenin 5,4 ve 5,5 nolu bentlerindeki ihlaller nedeni ile sürücünün kimliğinin tespit edilmesini engellemek için kaza yerinden ayrılması” teminat dışı hal olarak düzenlenmiştir.
Somut olayda; kamyon sürücüsü …, kazadan bir gün sonra karakola teslim olması üzerine alınan ifadesinde “olay yerindekilerden korktuğunu, şoka girdiğini ve kaza yerinden uzaklaştığını” belirtmiştir. Dosyada mevcut soruşturma belgelerinde kazanın sabah saat 04.30 civarında,
emniyet şeridine park eden iki araçtan arkadakine kamyonun çarpması suretiyle gerçekleştiği, öndeki araçta bir kişinin olduğu, kaza sonrası çevredekilerin araçta şıkışanlara yardım etmeye çalıştıkları, sürücüye yönelik bir saldırının gerçekleşmediği anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, kamyon sürücüsünün can güvenliğini tehdit eder bir durumun oluşmadığı dosya kapsamında sabittir. Bu haliyle hasarın teminat içinde olduğunu ispat yükümlülüğü sigortalıdadır.
Bu durumda, mahkemece olayın oluş şekline ve 01.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren Kara Araçları Kasko Sigorta Genel Şartları A.5.10 maddesine göre sigortalının meydana gelen kazanın teminat içinde gerçekleştiğini ispat edememiş olmasına göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken hatalı gerekçe ile davanın kabulüne dair karar
verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davalıya geri verilmesine 16/09/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
BİLGİN HUKUK VE DANIŞMANLIK
Anahtar : Avukat, Sigorta Hukuku, Sigorta davaları, Hasar Alacakları, Değer Kaybı, Kasko, Teminat Dışı Haller
Taraflardan birinin yokluğunda polis tarafından tutulan trafik kazası tespit tutanağı kimi zaman tek tarafın yanlış açıklamalarına istinaden hatalı olarak tutulabilmekte. Kaza tespit tutanağına itiraz edilmesi gerekmektedir. Kaza tespit tutanağı tarafların kusurları oranında zararlarını sigortadan karşılayabilme imkanı vermesi sebebiyle önemlidir.
Polisin taraflardan birinin yaralanması, hastaneye kaldırılması gibi durumlarda yokluğunda tuttuğu kaza tespit tutanağı kusur tespitinde hatalı tespitte bulunmuş olabilir. Bu durumda polis tarafından kaza tespit tutanağına itiraz etmek için dava açılması gerekmektedir.
Kaza tespit tutanağına itiraz ve kaza tespit tutanağının iptali için Sulh Ceza Mahkemelerine başvurularak dava açılması gerekmektedir. Kaza tespit tutanağının hatalı olarak tutulduğu, hatalı kusur tespiti yapıldığı kaza anını gösterir kamera kayıtları, kaza sonrasında çekilen olay yeri fotoğrafları, tanık beyanları ve bilirkişi incelemesi bu davada delil olarak değerlendirilir.
Mahkeme tarafından kaza tespit tutanağına itiraza ilişkin tüm deliller değerlendirilir, varsa tanıklar dinlenir ve dosyada bilirkişi raporu aldırarak yargılama yapar. Bilirkişi raporu tek başına kesin bir delil oluşturmaz, mahkeme yargıtay kararları uyarınca tüm delilleri ve bilirkişi raporunu değerlendirir, birbiriyle uyuşması halinde rapor doğrultusunda karar verir. Aksi halde mahkemenin yeniden dosyayı bilirkişiye göndermesi gerekir.
Hatalı olarak kaza tespit tutanağında kusurlu olarak tespit edilmiş olan taraf maddi zararlarını karşı tarafın zorunlu mali mesuliyet sigortası aracılığıyla karşılayabilecekken, kusur yüklenmiş olması sebebiyle hiç veya tamamen karşılayamayabilir. Bu durumda , dava sonucunda kaza tespit tutanağının iptali ile yeniden kusur değerlendirmesi yapılması halinde karşı tarafın kusur oranında zararını zmm sigortasından talep edebilir.
Trafik kazası tespit tutanağının polis tarafından hatalı olarak tutulması geri dönüşü olmayan bir yol değildir. Hatanın düzeltilmesi için hukuki yollara başvurarak iptal edilmesi mümkündür. Ancak hukuki prosedürlerin doğru şekilde yerine getirilmesi için kaza tespit tutanağına itiraz davasının avukat ile açılmasını, uzman avukattan hukuki danışmanlık alınmasını tavsiye etmekteyiz.
Trafik kazası sebebiyle ortaya çıkacak zararlar hakkında hukuki bilgi ve danışmanlık almak için bizimle iletişime geçerek randevu alabilirsiniz. http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Trafik kazası sebebiyle sigorta şirketi tarafından karşılanması gereken zararların sigorta tarafından ödenmemesi halinde zorunlu mali mesuliyet kapsamında talep edilen zararlar için sigorta tahkim komisyonuna başvurarak sonuç alınabilir. http://www.sigortatahkim.org/
Eğer zararların kasko şirketinden talep edilmesi halinde ise, sigorta şirketinin tahkim komisyonuna başvuruda bulunmadan önce sigorta tahkim komisyonuna üye olup olmadığına dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu işlemleriniz için trafik kazası avukat ile iletişime geçmenizi tavsiye ederiz.
Değer kaybı hakkındaki yazımız için : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/07/29/arac-deger-kaybi-hasar-tazminati-sigorta-avukati/
Arabuluculuk, özünde uzlaşma kültürünü barındıran ve tarihsel geçmişimizde de uygulanan, bir alternatif uyuşmazlık çözüm yoludur. Arabulucuya başvuru bu çözüm yolu sürecini başlatmak için atılan ilk adımdır.
Üçüncü kişi olan arabulucunun, tarafları bir araya getirerek uzlaşmazlık konusunu müzakere edebilmelerini sağladığı ve aralarındaki iletişimi kolaylaştırdığı, çözüme ilişkin karar verme yetkisinin yine taraflarda kaldığı, sürece ilişkin tavsiye veya karar verme yetkisinin ise üçüncü kişide olduğu bir yapılandırılmış uyuşmazlık çözüm sürecidir. Tarafsız bir kişi olan arabulucu yargılama yapmaz, kimin haklı olduğuna karar vermez. Arabulucuya başvuru tarafsız olarak yapılacak bir arabuluculuk sürecinin başlamasını sağlar.
Kazan-kazan prensibi uyarınca tarafların ihtiyaçları doğrultusunda uyuşmazlığı her iki tarafı da tatmin edecek ölçüde sonuçlandırmak için tarafları teşvik eder, önerilerde bulunur ve anlaşma noktasında ilam hükmünde olacak anlaşma belgesini düzenler.
Arabulucuya başvuru nasıl yapılır ? Arabuluculuk yolu bazı uyuşmazlık türleri bakımından dava şartı olduğundan, dava açmadan önce arabulucuya başvuru zorunludur. Arabulucuya adliyelerden başvuru yapılabileceği gibi, arabuluculuk hizmeti veren bürolara başvurarak da arabuluculuk sürecinin başlatılması mümkündür. İhtiyari olarak arabulucuya başvuru halinde tarafların seçilen arabulucu üzerinde anlaşmaları, bu arabulucu ile arabuluculuk müzakerelerine başlamaları ve anlaşarak süreci sona erdirmeleri mümkündür.
Arabulucunun tarafsızlığı konusunda her iki tarafın da güven duyması arabuluculuk yapan avukatın süreci yürütmesi hakkında anlaşmış olmaları ile beraber, arabulucu belirleme tutanağı düzenlenerek arabulucu taraflarca belirlenmiş olur.
Arabulucuya başvuru ücretli değildir. Arabuluculuk sürecinin taraflarca arabulucu üzerinde anlaşarak belirleme tutanağı tutması halinde arabulucu ücreti hakkında da anlaşma yapmaları gerekir. Dava şartı kapsamında yer alan uyuşmazlık türlerinde arabuluculuk süreci sonunda anlaşma olmaması halinde arabulucunun ücreti devlet tarafından ödenmektedir.
Tarafların arabulucuya başvuru yaptıktan sonra, arabulucu sürecinde anlaşma sağlamaları halinde arabulucunun ücreti taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça eşit olarak ödenir. Arabulucunun ücreti arabuluculuk asgari ücret tarifesinde belirlenen tutarlardan az olamamak zorundadır.
Arabuluculuk ağırlıklı olarak hukuk fakültesi mezunları tarafından yapılmaktadır. Bu sebeple çoğunlukla arabulucu avukatlar arabuluculuk süreçlerini yürütmektedir. Hukuki bilgi ve deneyime sahip olan arabulucu avukatlar yine bir hukuki süreç olan alternatif uyuşmazlık çözüm yolunu arabuluculuk yaparak bağımsız ve tarafsız bir şekilde yürütebilmektedir.
Arabuluculuğun temel özelliklerinden birisi, uyuşmazlığın menfaat temelli çözülmesidir. Yani, uyuşmazlığın çözümünde taraf menfaatleri ön plana çıkmaktadır. Arabulucu gerekli görürse sürecin sonunda çözüm önerisinde de bulunmak suretiyle uyuşmazlığın çözümüne yardımcı olmaktadır.
Üstelik taraflar, mevcut düzenleme ve usullere bağlı kalmaksızın sadece kendilerine özel bir çözüm yolu geliştirebilmekte ve herkes için oluşturulmuş kalıplar içinde kalmak zorunda olmamaktadırlar. Taraflar mahkemenin vereceği kalıplaşmış kararlar dışında farklı seçeneklerle anlaşma yapabilecek ve bu anlaşmayı ilam hükmüne
getirebileceklerdir.
Arabuluculuğu cazibeli hale getiren en önemli özelliklerdendir. Tarafların gizli kalmasını istediği konular, prestijin ve markanın korunmasının önemli olduğu pek çok uyuşmazlık türünde gizlilik çok önemli bir hale gelmektedir.
Yargılama sürecinde alenilik söz konusu olduğu için tarafların gizli kalmasını istediği bir çok konu ve belgeler de alenileşir. Ancak
arabuluculukta yapılan her anlaşma, sürece dahil olan tüm delil ve belgeler gizli kalabilmektedir. Ticari sırların korunmasını sağlamaktadır.
Arabuluculukta gizlilik hakimdir. Taraflar birbirlerinin rızasını almaksızın
arabuluculukta anlaştıkları uyuşmazlık konusunu başka kimselere açıklayamaz. Aksi halde kanunda düzenlenmiş olan cezai yaptırım uygulanmaktadır. Bu durum arabulucuya başvuruyu, arabuluculukta anlaşmayı ve karşılıklı olarak gizliliği temin etmeyi sağladığı için arabuluculuğu elverişli ve cazibeli kılmaktadır.
Pek çok hukuki ihtilafı çözümü arabuluculuk yolu ile mümkündür. Kamusal ve devletin karar verme yetkisinin bulunmadığı hukuki uyuşmazlıklar arabuluculuğa elverişlidir ve anlaşma yapılması mümkündür.
Ticaret Hukukunda Arabuluculuk : Ticaret kanununda yapılan 5A ek maddesi ile bir miktar paranın ödenmesi talebini içeren uyuşmazlıklar ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvuru zorunlu tutulmuştur. Zorunlu yani dava şartı kapsamında olmayan ticari uyuşmazlıklarda da ihtiyari olarak elverişli olduğu müddetçe arabulucuda anlaşma yapılması mümkündür.
İş Hukukunda arabuluculuk : İş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade davaları açılmadan önce de arabulucuya başvuru zorunludur. Bu tür uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurunun zorunlu tutulmasının sebebi, dava açılmadan önce tarafların anlaşmaları mümkün olursa bu anlaşmayı değerlendirmek, taraflar arasındaki ihtilafı çözmek, toplumsal barışa katkıda bulunmak ve yargı yükünü hafifletmektir
Sigorta Hukukunda Arabuluculuk : Sigorta hukukunda arabuluculuk, kimi uyuşmazlık türü bakımından tüketici, kimi uyuşmazlıklarda ticari dava şartı kapsamına girmektedir. Sigorta hukuku alanında uzman arabulucular tarafından sigorta hukukunda arabuluculuk yapılmaktadır. Tarafımızca da sigorta hukukunda uzman arabuluculuk yapılmaktadır.
Spor Hukukunda Arabuluculuk : Spor hukukunda cezai ve idari anlamda bir uyuşmazlık olmadığı müddetçe sportif uyuşmazlıkların da arabuluculukta çözülmesi mümkündür. Sporcu alacakları bu kapsamda sıklıkla karşılaşılan hukuki ihtilaflardandır.
Tüketici Hukukunda Arabuluculuk : Tüketicinin korunması hakkında kanuna eklenen 73/A maddesi ile tüketici mahkemelerinde görülen ve parasal sınır olarak 10.390 TL ve üzerindeki uyuşmazlıklar veya konusu para ile belirlenemeyen uyuşmazlıklar dava şartı kapsamında arabulucuya başvuru zorunluluğu getirilmiştir.
Arabulucuya başvuru uyap üzerinden vekiller vasıtası ile yapılabileceği gibi, dışarıdan arabuluculuk merkezleri ile iletişime geçilerek de yapılabilir. Online olarak veya internet üzerinden arabulucuya başvuru yapılması mümkündür. Arabuluculuk toplantılarının online olarak uzaktan telekonferans olarak yapılması halinde tarafların e-imza ile veya kargo ile gönderilen evrakları ıslak olarak imzalamaları mümkün olabilmekte.
Online olarak uzaktan telekonferans ile arabuluculuk talepleriniz için bizimle iletişime geçebilirsiniz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
2014 yılında Türkiye’nin en saygın devlet üniversitelerinden biri olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. 2016 yılı Ocak ayında avukatlık ruhsatını alarak mesleğe başlamış, çeşitli hukuk bürosu ve şirketlerde avukatlık yapmıştır. 2020 yılı Şubat ayından itibaren Adalet Bakanlığı Arabuluculuk siciline kayıtlı olarak arabuluculuk yapmaktadır. Ticaret Hukukunda ve Sigorta Hukukunda Uzman Arabuluculuk Eğitimi almış olup, dava şartı kapsamında ve ihtiyari olarak ticari davalarda arabuluculuk yapmaya devam etmektedir.
Arabulculuk Daire Başkanlığı Sicile kayıtlı arabulucular : https://adb.adalet.gov.tr/Home/ArabulucuListesi
Bankalar ihtiyaç kredisi, konut veya araç kredisi gibi nakit kredi sözleşmelerini imzalatırken hayat sigortasını da zorunlu tutmakta, hayat sigortası primini de ödeme planına eklemektedir. Banka tarafından zorunlu tutulan hayat sigortasının mirasçılara ödenmesi de mümkün olmaktadır.
Kredi kullandıran banka banka hayat sigortası yaptırarak dolaylı yoldan kredi kullanacak olan borçlunun vefatı halinde geri ödenmeme ihtimaline karşı kendisini sigortalamaktadır.
Bankadan kredi kullanacak kişinin hayat sigortasını bankanın istediği sigorta şirketinden yaptırmak zorunda değildir. Kredi kullanacak kişi istediği sigorta şirketine hayat sigortasını yaptırabilir.
Hayat sigortası banka tarafından kredi borcunun tamamı için yaptırılmaktadır. Borçlunun vefatı halinde banka borçlunun mirasçılarına karşı başvurmak yerine sigorta şirketinden bakiye borcun ödenmesini talep edebilir.
Banka tarafından kullandırılan kredi süresine uygun olarak birkaç yıllık veya 1 yıllık hayat sigortası yapılması yapılabilmektedir. Sigorta süresi içinde ölüm riskinin gerçekleşmesi, bu ölüm rizikosu teminat kapsamında olduğu için kredi borcunun sigorta şirketi tarafından ödenmesi mümkün olacaktır.
Bankanın kredi kullandırırken yaptırmış olduğu hayat sigortası, borçlunun ölümü rizikosunun gerçekleşmesi üzerine kalan kredi borcunu ödedikten sonra bakiye tazminat bedelini de sigortalı borçlunun mirasçılarına ödemesi gerekmektedir. Sigorta hukuku avukatı hayat sigortasında rizikonun teminat kapsamında olup olmadığı, mirasçılara tazminat ödemesi sağlanıp sağlanmayacağını hayat sigortası poliçesini inceleyerek değerlendirir.
Sigorta şirketi tarafından bakiye borcun ödenmesinden sonra hayat sigortasının mirasçılara ödemesi gerekir.
Sigorta şirketleri bazı durumlarda sigortalı borçlunun vefatı halinde bankaya ödeme yapmamaktadır. Bu durumda banka da bakiye kredi borcu talebini mirasçılara yöneltmektedir. Sigortalı borçlunun intiharı veya sigortalının sigortanın yapılması esnasında mevcut olan hastalığını bildirmemiş olması bu durumlara örnektir.
Hayat sigortasının mirasçılara ödenmesinin yapılması için sigorta şirketine başvuru yapılması, sigorta şirketine karşı dava açılması ve şartları mevcutsa sigorta tahkim komisyonuna başvuru yapılması gerekmektedir. İlgili şartların oluşup oluşmadığı sigorta avukatı tarafından değerlendirilebilmektedir.
Sigorta avukatı ile görüşmek için link üzerinden tarafımızla iletişime geçebilirsiniz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Banka tarafından kullandırılan kredi vadesi 1 yıldan uzun süreli olmasına rağmen, hayat sigortasının 1 yıllık yapılması da söz konusu olabilmektedir. Bu durumda sigortalı borçlunun kredi taksitleri devam ederken 1 yıllık sigorta sürenin bitmesinden sonra vefatı halinde ihtilaf yaşanmaktadır. İlgili banka tarafından 1 yıllık sürenin sona ermesinden sonra sigortanın yenilenmemesi ve borçlunun vefatı halinde ödenmeyen kredi bedelinden kimin sorumlu olacağı sorunu doğmaktadır.
Sigortanın yenilenmemiş olmasından banka mı yoksa kredi kullanan borçlu mu sorumludur? Kredi kullanılırken hayat sigortası yapılmasındaki amaç borçlunun vefatı halinde bankayı korumaktır. İçtihatlarda sigortayı yenileme sorumluluğunun sigortalı borçluya ait olduğu, ancak yenilenmesi gerektiğine dair bildirim ve bilgilendirme yükümlülüğünün de bankaya ait olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple; kusur dağıtımı söz konusu olmakta ve kusur oranında tazminat yükümlülüğü doğmaktadır.
Uygulamada spor kulüpleri spor adamları, antrenör ve teknik adamlarla sözleşmelerini genellikle sezonluk ve belirli süreli süreli olarak yapmakta. Devam eden sezonlarda ise yenilenerek yıllarca devam edebilmektedir. Bu durum spor adamlarının iş kanunu’nun sağladığı iş güvencesinden yararlanma imkanlarını ortadan kaldırabilmektedir. Çünkü; belirli süreli olarak birkaç sezon yapılmış olan iş akdinin yenilenmemesi halinde, belirsiz süreli çalışanların sahip olduğu kıdem tazminatı hakkı oluşmamaktadır.
İş Kanunu m.11 iş sözleşmelerinin esaslı bir neden olmadıkça birden fazla kez üst üste yapılamayacağını, yapılırsa da belirsiz süreli sözleşme sayılacağını düzenlemiştir.
“Spor kulüplerinde antrenörlük – teknik adamlık görevleri süreklilik arz eden görevlerdendir. Bununla birlikte, çalışma ilişkisinin belirlenmesinde işin nitelik ve özelliklerinden ziyade, çalıştırılacak antrenör veya teknik adamın mesleki bilgi ve deneyiminin daha önemli olması, çalışma döneminin teknik adamın sezondaki başarısı ve performansına göre uzatılması veya sona erdirilmesi, teknik direktörlük sözleşmelerinin spor dallarındaki müsabaka sezonlarına göre belirlenip düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Buna göre, antrenörlerin yaptığı iş itibariyle sezonluk çalışma hususu bizatihi objektif neden olmakta ve üst üste yapılmış olsa dahi bu özelliği değişmemektedir.”
Bu konuda evvelce yayınlamış olduğumuz makalemiz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/01/04/antrenorlele-yapilan-belirli-sureli-sozlesmeler-birden-fazla-kez-ust-uste-yapilsa-dahi-belirli-sureli-olma-ozelligini-korur/
Geçmiş içtihatlarda; antrenör-teknik adam sözleşmeleri İş Kanununun 11. maddesinde belirtilen ‘esaslı neden’ kıstasında değerlendirilmiş ve antrenör ile spor teknik adamlarının spor kulüpleriyle sözleşmelerinin bu kapsamda zincirleme olarak belirli süreli sözleşme olarak yapılmasının mümkün olduğu kabul edilmişti. Ancak son içtihatlarda bu yönde değişiklik olmuştur. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E. 2017/16506 K. 2020/6610 T. 29.6.2020 tarihli kararı bu yöndeki hukuki yorum değişikliğini ifade etmektedir.
• TEKNİK ADAM SÖZLEŞMESİNDEN KAYNAKLANAN ALACAK İSTEMİ ( Belirli Bir İşin Tamamlanması
veya Belirli Bir Olgunun Ortaya Çıkması Gibi Objektif Koşullara Bağlı Olarak Belirli Süreli İş
Sözleşmesinin Yapılabileceği – İlk Defa Yapılacak Olan Sözleşmelerde Objektif Neden Öngörülmemiş
Oluşunun Önceki Özel Kanun Olan İş Kanunu’nun 11. Maddesindeki Objektif Nedenlerin Varlığını Ortadan
Kaldırmayacağı )
• ZİNCİRLEME BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMESİ ( 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 11. Maddesinde Esaslı Bir
Neden Olmadıkça Belirli Süreli İş Sözleşmelerinin Zincirleme Yapılamayacağı Kuralı ile Koruma
Sağlanmak İstenildiği – Belirli Süreli İş Sözleşmesinin Yapılması ve Yenilenmesinin İşçinin İş Güvencesi
Dışında Kalması Sonucunu Doğurmaması Gerektiği/Belirli Süreli İş Sözleşmelerinde 4857 Sayılı Kanun’un
Spor hukuku, Spor avukatı, spor davaları spor kulübü i
Dava dilekçesi ile beraber asıl taleplerin yanında dava konusu şey üzerinde ihtiyati tedbir kararı verilmesi talep edilmiş olabilir. Davanın görüldüğü mahkeme esas hakkında inceleme yapmadan önce dosyada tedbir kararı vermiş, sonrasında ise dosyada görevsizlik veya yetkisizlik kararı vermişse tedbir kararının durumu ne olacaktır? Tedbir kararı kendiliğinden kalkar mı?
HMK 397. maddesinin 2. fıkrası “İhtiyati tedbir kararının etkisi, aksi belirtilmediği takdirde, nihai kararın kesinleşmesine kadar devam eder.” şeklindeki düzenlemesi ile nihai kararın kesinleşmesine kadar devam edeceğini belirtmiştir. Bu durumda görevsizlik ve yetkisizlik kararı da bir nihai karar olduğundan bu karar kesinleşene değin tedbir kararı uygulanması devam etmektedir.
Görevsizlik veya yetkisizlik kararı veren mahkeme bu kararı ile dosyadan el çekmiş olduğundan artık bu aşamadan sonra tedbir talebi hakkında değerlendirme yapması ihtiyati tedbir kararı vermesi mümkün olmayacaktır. Esas mahkeme dosyadan görevsizlik ve yetkisizlik kararı vermiş olmakla dosyadan el çekmiş olduğundan, istinaf kanun yolu açıksa esas hakkında görevli ve yetkili mahkeme istinaf mahkemesi olacaktır. Bu sebeple ihtiyati tedbir kararı verilmesinde de esas mahkeme olarak istinaf mahkemesi yetkili olacaktır.
İhtiyati tedbir kararı verilebilmesi için gerekli şartlar HMK 389’da düzenlenmiştir. Esas hakkında davaya bakan veya esas hakkında davaya bakmakla görevli ve yetkili mahkeme tarafından HMK 389 şartlarının varlığı halinde ihtiyati tedbir kararı verilebilir.
HMK 389’a göre mevcut durumda meydana gelebilecek bir değişme nedeniyle hakkın elde edilmesinin önemli ölçüde zorlaşacağından ya da tamamen imkânsız hâle geleceğinden veya gecikme sebebiyle bir sakıncanın yahut ciddi bir zararın doğacağından endişe edilmesi hâllerinde, uyuşmazlık konusu hakkında ihtiyati tedbir kararı verilebilir. Yargılama süresince dava konusu mal veya şey değişme yaşanması, üzerinde bir hak tesis edilmesi, elden çıkarılması gibi sebeplerle hakkın elde edilmesinin zorlaşacağı yahut imkansızlaşacağı yönünde hakimin takdiri söz konusudur.
İhtiyati tedbir kararına karşı, dinlenmeksizin aleyhine tedbir kararı verilmiş olan taraf tedbir kararına karşı itiraz edebilir. Tebir kararına itiraz üzerine mahkeme, dinlemek üzere tarafları davet eder; gelmedikleri takdirde dosya üzerinden inceleme yaparak kararını verir. İtiraz üzerine mahkeme, tedbir kararını değiştirebilir veya kaldırabilir. Mahkemenin itiraz üzerine verdiği karara karşı kanun yollarına başvurulabilir.
HMK 394/5 ‘e göre İhtiyati tedbir kararının uygulanması sebebiyle menfaati açıkça ihlal edilen üçüncü kişiler de ihtiyati tedbiri öğrenmelerinden itibaren bir hafta içinde ihtiyati tedbirin şartlarına ve teminata itiraz edebilirler.
Miras bırakan saklı payların dışında kalan miktarlar için ölüme bağlı tasarruflar yapabilir. Yaptığı tasarruflar saklı payları ihlal ederse, tenkise tabi kazandırmalar olarak kabul edilir.
Kimler saklı paylı mirasçılardır? Hangi mirasçıların saklı pay oranları ne kadardır? Saklı pay oranını nasıl hesaplarım? Tasarruf nisabı nedir? Tasarruf nisabı nasıl hesaplanır? Tenkise tabi kazandırmalar nelerdir? Tereke aktifi nedir? Net tereke nedir, nasıl hesaplanır?
Miras bırakanın yaptığı ölüme bağlı tasarruflar tasarruf nisabını aşıyorsa saklı payları tasarruf edilmiş olan mirasçılar tenkis talep edebilir?
Tasarruf nisabına rakamsal değer biçilmesi gerekmektedir. Öcelikle terekenin değeri tespit edilir. Terekenin tespiti için ölüm anındaki mevcudiyet yeterli değildir. Bu sebepler öncelikle nelerin tenkise tabi olduğu belirlenmeli ve tereke hesabında dikkate alınmalıdır. Sadece ölüme bağlı tasarruflar değil, bazı sağlararası kazandrmalar da tenkise tabi olabilmektedir. Tenkis edilecek olan işlemler hükümsüzleşmektedir. Burada her iki kazandırmanın da ortak özelliği karşılıksız yapılmış olmalarıdır. İvazlı olarak yapılan kazandırmalar terekede eksilmeye sebep olmayacağı için tenkise tabi olmazlar.
Terekedeki mal varlığına mirasın açıldığı an itibariyle değer biçilir. Ölüme bağlı tasarruflar henüz terekeden çıkmamış olduğu için tereke aktifinin içinde yer almaktadır. Tenkise tabi olan yani ivazsız yapılmış olan sağlararası kazandırmalar ise terekeden çıkmış olduğu için yapılan bu tasarruf değerinin terekeye eklenerek tereke aktifinin bulunması gerekir.
Örneğin; miras bırakan A vefat ettiği tarihte bankada 50.000 TL parası, 150.000 TL değerinde de arabası mevcut. Miras bırakan A vefat etmeden önce çok sevdiği bir dostuna, vefat etmeden 1 yıl önce karşılıksız olarak 100.000 TL değerinde bir tablo hediye etmiş olsun. Miras bırakanın vasiyetname ile de 150.000 TL değerinde arabasını bir süredir beraber yaşamakta olduğu hayat arkadaşına bırakmış olduğunu kabul edelim. Miras bırakan A’nın mirasçılarının saklı paylarının ihlal edilip edilmediğinin tespiti için öncelikle tereke aktifinin hesaplanması gerekecektir. Hali hazırda terkede 50.000 TL para ve 150.000 TL değerinde araba mevcuttur. Ölüme bağlı tasarrufa konu olan araba henüz terekeden çıkmamıştır. Ancak mirasın açılmasından 1 yıl evvel bağışlanmış olan 100.000 TL değerindeki tablo sağlararası kazandırmaya konu olmuştur ve terekeden çıkmıştır. Bu sebeple terekede bulunan 200.000 TL’ye 100.000 TL (tablonun değeri) de eklenerek tasarruf nisabı hesaplanmalıdır.
Öncelikle, sağ kalan eşin mal rejimi tasfiye edilir, sağ kalan eşe borcu varsa tasfiye edilir. Sağ kalan eşin ölen eşe borcu varsa katılma alacağı olarak terekeye eklenir. Ardından TMK 507/2 uyarınca terekeden indirilmesi gerekenler indirilir ve net tereke bulunur. TMK 507/2 çıkarılması egerken kalemleri saymıştır. Miras bırakanın tüm borçları, Cenaze giderleri, Terekenin mühürlenmesi ve yazımı için gereken tüm masraflar, Miras bırakan ile birlikte yaşayan ve onun tarafından bakılan kişinin 3 aylık bakım gideri tereke aktifinden tereke borcu olarak indirilir.
Denkleştirmeye tabi kazandırmalar TMK 669 da sayılmıştır. Denkleştirmeye tabi kazandırmalar sağlararası işlemin tasarruf nisabını aşıp aşmadığını anlamak için farazi olarak terekeye eklenir. Saklı payların ihlal edilmiş olduğu belirlenirse bu pay miras payından mahsup edilir. Çeyiz ve iş kurma sermayesi olarak mirasçıya yapılan kazandırmalar kural olarak miras bırakan aksi iradeyi ortaya koymadıkça denkleştirmeye tabi olduğu kabul edilir. Yani o kazandırma mirasçının miras payına ek olarak yapılmamıştır, mahsuben yapılmıştır.
Yasal mirasçılık hakkında yazımız : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/07/23/yasal-mirascilik/
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
terekenin hesaplanması, miras hukuku, miras avukatı, miras avukatı istanbul
Yasal mirasçılar 4 başlık altında ele alınabilir. Kan hısımları, Sağ kalan eş, Evlatlık ve Devlet. Miras hukuku.
Kan hısmı olarak yasal mirasçı denildiğinde akla ilk olarak altsoy gelir. Mirasbırakanın birinci derece mirasçıları onun altsoyudur. Mirasçının çocukları eşit olarak yasal mirasçıdır. Çocuklardan biri mirasbırakandan önce ölmüş ise varsa ölen çocuğun altsoyu onun yerine mirasçı olmaya devam eder.
Mirasbırakanın öldüğü tarihte altsoyu bulunmuyorsa bu durumda yasal mirasçıları eşit paylarla anne ve babasıdır. Eğer anne ve babadan biri ölmüşse onun payı ölen mirasçının altsoyuna paylaştırılır. Asıl mirasçının altsoyu bulunmuyor, anne ve babası da ölmüş ve onların da altsoyu bulunmuyor ise, bu durumda büyük anne ve büyük baba eşit olarak yasal mirasçı olacaktır. Yine büyük anne ve büyük babasının asıl mirasçıdan önce ölmüş olması halinde miras büyük anne ve büyük babanın miras hisseleri oranında altsoylarına paylaştırılacaktır.
Türk Medeni Kanun m 498 evlilik dışında doğan ve soybağının tanıma veya hakim hükmüyle kurulmuş olması halini, aynen evlilik içinde doğmuş çocuk gibi mirasçı olacağını ifade etmiştir. Altsoy mirasçıyı düzenleyen 495. maddede elilik içinde doğmuş olma koşuluyla altsoy olma gibi bir ayrım yapılmamış olmasına rağmen, bu şekilde koruyucu bir düzenleme getirilmiştir. Çocuğun evlilik içinde veya evlilik dışında doğması miras hakkını etkileyen bir husus değildir.
Evlatlığın miras hakkı : Evlatlık edinilen çocuk da mirasbırakanın aynı kendi altsoyu gibi mirasçı olur. Evlatlığın mirasbırakandan önce ölmesi halinde tıpkı altsoy mirasçıdaki gibi, evlatlığın altsoyu mirasçı olmaya devam eder. Evlat edinen ise evlatlığa mirasçı olamaz. Evlatlık aynı zamanda öz ailesine de mirasçı olmaya devam eder.
Sağ kalan eşin miras hakkı birlikte bulunduğu zümreye göre farklılık göstermektedir. Sağ kalan eş mirasbırakanın altsoyu ile beraber mirasçı olursa yasal miras hakkı mirasın dörtte biri oranındadır. Mirasbırakanın altsoyu bulunmuyorsa bu durumda bir üst zümre anne-baba ile beraber mirasçı olacağı için sağ kalan eş mirasın yarısı oranında yasal miras hakkına sahip olacaktır. Eğer mirasbırakanın anne ve babası ile onların da altsoyu bulunmuyorsa, sağ kalan eş büyük anne-büyükbaba ve torunları ile birlikte mirasçı olacağından dörtte üç oranında miras hakkına sahip olur. Eğer miras bırakanın büyük anne, büyükbaba ve torunları da bulunmuyorsa mirasın tamamı sağ kalan eşe kalır.
Türk Medeni Kanununun 501. maddesi hiç bir mirasçı bırakmaksızın ölen kişinin mirasının devlete geçeceğini düzenlemiştir.
tenkis davaları hakkında ilgili yazımızı okuyabilirsiniz: http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/07/16/olume-bagli-tasarruflarin-iptali-ve-tenkisi/
Miras hukuku avukat için tarafımızla iletişime geçmek için : http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
Miras avukatı İstanbul, miras davası avukatı, Miras hukuku avukatı, Üsküdarda avukat
Ölüme bağlı tasarruf miras bırakanın mal varlığı hakkında ölümünden sonra geçerli olmak üzere yapmış olduğu hukuki işlemdir. Miras bırakan yapacağı bir vasiyetname ile mal varlıklarının bir kısmı veya tamamı hakkında tasarrufta bulunabilir. Miras bırakanın vesiyetname ile yaptığı tasarruf yasal mirasçıların haklarını zarara uğratıyorsa bu durumda bir takım miras hukuku davaları ortaya çıkabilecektir.
Türk Medeni Kanunu 557. maddesi vasiyetnamenin iptalinin talep edilebileceği durumları belirlemiştir.
1-Miras bırakanın vasiyetname düzenlenirken tasarruf ehliyeti bulunmaması,
2-Miras bırakanın vasiyetnameyi yanılma, aldatma, korkutma veya zorlama sonucunda yapmış olması,
3. Vasiyetname içeriğinin, bağlandığı koşulların hukuka veya ahlaka aykırı olması,
4. Kanunda öngörülen şekillere uyulmadan yapılmış olması.
Vasiyetnamenin iptali davasının mirasçı tarafından vasiyetnamenin, iptal sebebinin ve dava hakkının öğrenilmesinden itibaren 1 yıl içinde açılması gerekmektedir. Her halde vasiyetnamenin iptali davasının vasiyetnamenin açılma tarihinden itibaren 10 yıllık süre içinde davanın açılması gerekmektedir. Bu sürenin vasiyetnamenin usulünce açılıp ilgililere tebliğ edilmesi ile başlayacağı kabul edilmektedir.
Saklı payları vasiyetname ile ihlal edilmiş olan mirasçılar ihlal edilen payları hesabında tenkis talep edebilirler. Saklı payı ihlal edilen mirasçılar sadece ölüme bağlı tasarruflar açısından değil, sağlararası kazandırmalarda da tenkis talep edebilmektedir. Çünkü sağlararası kazandırmalar da saklı payın ve tasarruf edilebilir payın hesaplanması için terekeye dahil edilmektedir.
Tenkiste sıra : İhlal edilen saklı paylar tamamlanıncaya kadar öncelikle ölüme bağlı tasarruflar tenkis edilir, ardından en son tarihli olandan en eskisine doğru tenkis yapılır.
Vasiyetnamenin iptali mirasçının yalnızca saklı payının değil, miras payının tamamını korumaktadır. Zira; iptal edilen vasiyetnameye konu miras mal varlığı tümü ile terekeye dönmektedir. Vasiyetnamenin iptali sebebinin ispatlanamaması ihtimalinde ise, vasiyetname ile ihlal edilmiş olan saklı payların tenkisinin talep edilmesi davanın terditli olarak açılması halinde mümkün olabilmektedir.
Vasiyetnamenin iptali ve yasal mirasçıların başvurabileceği yollar
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
Tenkis davası ve vasiyetnamenin iptali davası miras avukatı tarafından takip edilmelidir. Vasiyetnamenin hazırlanması için vasiyet hukuku, vasiyetname avukatı ile beraber çalışılmalı, geçersiz vasiyetname iptal davası için vasiyetname hazırlanması için miras avukatından destek alınmalıdır. Miras hukuku davaları avukat İstanbul Vasiyetnamenin iptali davası avukat tenkis davaları hakkında hukuki destek için iletişime geçebilirsiniz.
Miras davası avukat, Vasiyetnamenin iptali davası, geçersiz vasiyetname, tenkis davası, saklı pay, miras davası
Çekişmeli boşanma davası anlaşmalı boşanmaya göre çok daha uzun, masraflı ve taraflar açısından yorucu bir süreçtir. Tarafların aralarında imzaladıkları boşanma protokolü ile anlaşılan hususlarda boşanmaya karar verilmesi talebi ile anlaşmalı boşanma davası açılabilir. Anlaşmalı olarak boşanmaya karar verilmesi için tarafların evliliğe bağlı tüm hususlarda anlaşmış olması gerekmektedir. Çekişmeli boşanma avukatı hukuki süreci yürütür.
Taraflardan birinin protokol hazırlama esnasında anlaştığı hususlardan duruşma anında vazgeçmesi mümkündür. Her ne kadar protokolü imzalamış olsa da, taraflardan birinin duruşmada protokolü kabul etmediğini veya boşanmak istemediğini beyan etmesi durumunda anlaşmalı boşamaya karar verilemez. Bu aşamadan sonra anlaşmalı olarak açılan boşanma davası çekişmeli boşanma davasına dönüşür.
Boşanma davasının imzalanmış olan boşanma protokolüne istinaden açılması durumunda, taraflar genellikle boşanma sebebi olarak başkaca hukuki sebebe ve hukuki delillere dayanmamaktadır. Bu durumda dava dilekçesinde başkaca boşanma sebebinin belirtilmemiş ve delil gösterilmemiş olması, çekişmeli hale gelen davanın reddine karar verilmesine sebep olur mu?
Boşanma protokolüne istinaden açılmış olan boşanma davasında dava dilekçesinde başkaca hukuki sebebe veya hukuki delile dayanılmamış olması seçilen boşanma yolunun olağan bir sonucudur. Zira tarafların anlaşarak boşanmaya karar vermelerinde çekilme yaşamak istememeleri de etkili olmaktadır. Bu durumda çekişmeli boşanma avukatı tarafların çekişmeli olarak açılan davasını anlaşmalıya çevirebilir. Tarafların imzalayacağı protokol ile süreç mahkemede sona erdirilir.
Anlaşmalı olarak açılan boşanma davasının sonradan çekişmeli hale gelmesi durumunda, mahkeme tarafından taraflara iddia ve savunmalarını, delillerini sunma imkanı verilmesi gerekmektedir.
Çekişmeli boşanma davaları en yaygın zina, evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebepleriyle açılmaktadır. Hayata kast, kötü muamele, suç işleme haysiyetsiz hayat sürme ve terk sebepleriyle de boşanma avukatı tarafından dava açılabilmektedir.
http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
“Davalı ile boşanma ve fer’i sonuçlarında anlaştıklarını belirterek boşanma davası açan davacının, dava dilekçesinde, boşanma sebebini göstermesi ve geçimsizliğin dayandığı vakıaları bildirmesi gerekmediği gibi, böyle bir sebep bildirmiş olsa bile bunun hangi delillerle ispat edileceğine ilişkin bir delil bildirmesi de gerekmez. Çünkü davayı açarken anlaşmalı boşanma kararı verileceğine ilişkin bir beklentisi vardır.
Bu beklenti sebebiyle boşanma sebebini göstermemiş ve uyuşmazlık çıkmayacağı inancıyla delil bildirmemiştir. Bu bakımdan, “anlaşmalı boşanma” talebiyle yapılan bir başvuru dilekçesinin içeriğinde Hukuk Muhakemeleri Kanununun 119. maddesinin ( 1. ) fıkrasının ( e ) ve ( f ) bentlerindeki hususların aranması doğru ve gerçekçi bir yaklaşım değildir.
Açıklanan hususlardaki gereklilik, anlaşmalı boşanma kararı verilmesinin mümkün bulunmadığının anlaşılmasından sonra söz konusu olabilir. Mahkemece; ön inceleme duruşmasının tensiple 09.09.2013 günü yapılmasına karar verilmiş, tarafların birlikte başvurarak, “duruşmanın erken bir tarihe alınmasını” talep etmeleri üzerine, 15.07.2013 günü ön inceleme için duruşma açılmış, bu duruşmada davalı, boşanmak istemediğini bildirerek davaya karşı çıkmıştır.
Bunun üzerine mahkeme tarafların “barışma ve evliliği devam ettirme ihtimalini” görerek, bu sebeple ön inceleme duruşmasını bir defaya mahsus olmak üzere ertelemiş 09.09.2013 tarihli oturumda da delil bildirme imkanı tanımadan davayı yukarıdaki gerekçe ile reddetmiştir. Davalının anlaşmalı boşanma talebine karşı çıkmasıyla dava kendiliğinden çekişmeli hale gelmiştir.
Böyle bir durumda, taraflara iddia ve savunmaları çerçevesinde delil gösterme ve sunma imkanı tanınmalı, göstermeleri halinde delilleri toplanmalı Türk Medeni Kanununun 166. maddesinin ( 1. ) ve ( 2. ) fıkralarına göre değerlendirilerek sonuca gidilmelidir. Böyle yapılmadan, yazılı gerekçe ve eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.” https://www.emsal.co/anlasmali-bosanmanin-durusmada-davali-tarafindan-kabul-edilmemesi/
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ticari hayatta en sık kullanılan kambiyo senetleri bono ve çek olmakla beraber, bu yazımızda bono yani emre yazılı senedin geçerli olarak düzenlenebilmesi için gereken zorunlu şartları ele alacağız.
Bono keşideci ve lehtar olmak üzere ikili bir ilişki barındıran, Türk Ticaret Kanununda düzenlenmiş bir kambiyo senedidir. Kambiyo senetlerine özgü takip yapılabilmesi ve adi senede göre alacaklının elinin daha güçlü olması bulunması sebebiyle kanun bononun geçerliliğini bir takım şartlara bağlamıştır. Senedi düzenleyen kişilerin bu şartlara uygun olup olmadığına dikkat etmesi gerekmektedir. Aksi halde düzenlenen senedin kambiyo vasfı bulunmayacaktır.
Senet metninde ‘bono’ veya ’emre yazılı senet’ kelimeleri yer almalıdır. Eğer senet başka bir dilde düzenlenmişse de, o dilde aynı anlama gelen kelimelerin senet metninde yer alması gerekmektedir. Hazır olarak boş senet metinlerinde bu kelimeler matbu olarak yer almaktadır, ancak tarafların kendilerinin düzenlemesinde de sakınca bulunmamaktadır. Bu kelimelerin yer almadığı bir senet düzenlenmişse, diğer unsurları taşıyorsa emre yazılı ödeme vaadi sayılır.
Bir kambiyo senedi olan bono kayıtsız ve şartsız bir para borcu ikrarını içermelidir. Senet metnine para borcunun herhangi bir olgunun gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi şartına bağlanması senedin bono vasfına sahip olmasını engeller. Senette para borcundan başka bir şeyin bedel olarak düzenlenmesi mümkün değildir, yalnızca para borcu olabilmektedir.
Geçerli bir kambiyo senedinden söz edilebilmesi için senette geçerli bir vade tarihinin de yer alması gerekmektedir. Senet metninde herhangi bir vade belirlenmemiş, boş bırakılmış ise senedin görüldüğünde ödenecek senet olduğu kabul edilmektedir. (TTK. 777/2)
Bonoda belirlenebilecek 4 tür vade bulunmaktadır. Bunlardan ilki belirli vadedir. Açıkça bir tarih senet metninde yer alır. İkincisi görüldüğünde ödenecek vadedir, senet metninde bu husus açıkça yazar veya boş bırakılırsa bu vadeye göre düzenlendiği kabul edilir. Üçüncü vade türü; görüldüğünden belli bir süre sonra vadedir, görüldükten ne kadar süre sonra ödeneceği açıkça senette yazar. Dördüncü vade ise, keşidesinden itibaren belli bir süre vadedir. Yine senette zorunlu unsurlardan olan keşide tarihinden itibaren ne kadar süre sonra ödeneceği senette açıkça yazmalı.
Senette ödeme yerinin gösterilmesi zorunlu unsurlardandır, ancak yazmaması doğrudan geçersizliğe sebep olmaz. Senette açıkça ödeme yeri yazmıyorsa düzenleme yerinin ödeme yeri olduğu kabul edilir. Ödeme yeri de yazmıyorsa düzenleyenin adı soyadı yanında yazan yer ödeme yeri olarak kabul edilmektedir. Eğer burada da bir yer belirtilmemişse senet bono sayılmaz.
Bono emre yazılı senetlerden olduğundan ve ancak ciro ile devri mümkün bulunduğundan senette lehtarın gösterilmiş olması zorunlu unsurlardandır. Bu sebeple de bonoların hamiline yazılı olarak düzenlenmeleri mümkün değildir.
Senettedüzenleme yeri belirtilmemiş ise, düzenleyenin adı-soyadı yanında yazan yer düzenleme yeri olarak kabul edilir. Adın yanında da hiç bir yer belirtilmemiş ise geçerli bir bonodan söz edilemez.
Son olarak senette bulunması gereken zorunlu unsur keşideciye ait el yazısı ile atılmış imzadır. Keşideci gerçek kişi ise kendisine ait el yazısı ile imza, bir tüzel kişiliği temsilen atılan imza haricinde bir imza daha atılması (çift imza) imzalayan kişinin temsil ettiği tüzel kişilikle beraber şahsen de senet borcuna kefil olması (aval) sonucunu doğurmaktadır. Parmak basmak suretiyle bono düzenlenmesi mümkün olmamaktadır.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz kanunun zorunlu kıldığı zorunlu unsurların senet düzenlendiği anda değil, tedavüle girdiği anda mevcut olması gerekmektedir. Boş senede imza atılması ve senedin diğer unsurlarının lehtar tarafından sonradan doldurulması sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Bu durumda senedin borçlu tarafından el yazısı ile imzalanmış olması halinde, diğer unsurların borçlu el yazısı ile olmasına gerek olmadığı ve zorunlu unsurların senet tedavüle çıkmadan evvel tamamlanmış olması gerektiği kabul edilmektedir.
“TTK.nun 690. maddesi göndermesi ile bonolarda da uygulanması gereken TTK.nun 592. maddesi uyarınca açık bono düzenlenmesi mümkündür. Tamamen doldurulmamış bononun ilk tedavüle çıktığı anda zorunlu unsurları taşıması gerekir. Senedin C. Savcılığına ibrazı tedavüle çıkmış olduğu anlamına gelir. “(Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2016/5645 K. 2016/24721 T. 1.12.2016)
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
Konut kredisi kullanılarak satın alınan taşınmazlarda Dask sigortasının yapılması ve süresi dolduğunda yenilenmesi önem taşımaktadır. Aksi halde deprem vs doğal afet sebebiyle kredi kullanılarak alınan taşınmazın zarara uğraması halinde ihtilaflar doğabilmektedir. Deprem sigortası avukatı deprem sigortası sebebiyle doğacak ihtilafların çözümlenmesinde bulunmalıdır.
Konut kredisi kullanılarak alınmış bir taşınmaz deprem sebebiyle zarara uğramış olabilir. Zararın dask teminat süresinde gerçekleşmesi halinde zararın sigorta şirketi tarafından karşılanması gerekir. Dask süresinin dolmuş ve sigorta yenilenmeksizin bir zarar doğmuş olursa, bu zarar kim tarafından karşılanacaktır?
Banka kuruluşu ile kredi kullanan arasında düzenlenen kredi sözleşmesinde sigortaya ilişkin düzenlemeler bulunabilir. Ancak; tüketici tarafından müzakere edilme imkanı olmaksızın tek taraflı olarak hazırlanan kredi sözleşmeleri genel şart niteliğini taşımakta ve haksız şart denetimine de tabi olmaktadır. Dolayısıyla kredi sözleşmelerine kredi kullanan aleyhine eklenmiş olan bazı maddeler haksız şart denetiminden geçerek geçersiz kabul edilebilir.
Örneğin; kimi kredi sözleşmelerinde teminat olarak gösterilmiş olan malvarlığına ilişkin zorunlu sigortayı yapma yükümlülüğünün kredi kullanana ait olduğu ve bankanın sigorta yenilenmesine ilişkin hatırlatma, bildirimde bulunma yükümlülüğünün bulunmadığı düzenlenebilmektedir. Oysa ki; Bireysel Kredilerle Bağlantılı Sigortalar Uygulama Esasları Yönetmeliği’nin 5. maddesi ile bankaların kredinin kullandırılması sırasında zorunlu sigortaların yapılıp yapılmadığını kontrol etme ve yenilenme süreleri içerisinde bildirim ve bilgilendirme yapmakla yükümlü tutulmuştur. Bankanın tüketiciye imzalatacağı kredi sözleşmesi ile bu yükümlülüğünden kurtulma imkanı bulunmamaktadır. Bu tür maddeler yargılamada haksız şart olarak değerlendirilip geçersiz kabul edilebilmektedir.
Madde 5- “(1) Kredi kuruluşları verdikleri kredilerle ilgili olarak kredi kullandırılması esnasında, Kanunun 13 üncü maddesinin ikinci fıkrası kapsamında zorunlu sigortaların yaptırılması hususunu kontrol eder. Bu sigortalar yaptırılmamış ise kredi kullanandan söz konusu sigortaların yaptırılması talep edilir.
(2) Zorunlu sigortalarda, kredi süresi içerisinde yenileme sorumluluğu kredi kullanana, yenilemeye ilişkin bildirim yapma ve bilgilendirme sorumluluğu ise kredi kuruluşuna aittir”
Bankanın sigorta süresinin dolması halinde yenilenmesi gerektiğine ilişkin bildirim ve bilgilendirmeyi yerine getirmemesi halinde söz konusu malvarlığının zarara uğraması sebebiyle sorumluluğu doğacaktır. Bu yükümlülüğünü yerine getirdiğini ispat külfeti de bankaya aittir. Sigortanın yenilenmemiş olması halinde ortaya çıkan zarardan tamamıyla banka mı sorumlu olacaktır, yoksa sigortanın yenilenmesi konusunda ihmali bulunan malikin de sorumluluğu bulunmakta mıdır?
Yargıtay bu durumlarda sigortanın yenilenmesinde malikin de özen yükümlülüğünü ihlal etmiş olduğunu, bu sebeple malikin de kusurlu olduğunu kabul etmektedir. Bu konuda deprem sigortası avukatı ile görüşmenizi tavsiye ederiz.
“DASK sigortasını yapan başka bir sigorta şirketi olsa da, davalı bankanın zorunlu olan bu sigortanın da yenilenmesi için davacıya bilgilendirme yapması gerektiğinden, davalı bankanın burada kusuru vardır. Ne var ki, davacı sigortalının da zorunlu olan DASK sigortasının süresinin dolup dolmadığını takip etme ve sigortayı yeniletme konusunda kendisine düşen özen yükümlülüğünde müterafik kusuru vardır. Açıklanan bu maddi ve hukuksal olgular göz önüne alınarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi isabetli olmamıştır.” (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 2016/22524 E. 2019/10375 K. 23/10/2019)
“Davacı, davalı bankadan konut kredisi kullanarak konut satın aldığını, kredinin kullanımı sırasında davalı banka aracılığıyla dava dışı … Sigorta şirketi muhatap kılınarak DASK yaptırdığını, ancak sigorta süresi bitince bankanın sigortayı yenilemediğini, konutun 23.10.2011 ve 09.11.2011 tarihinde meydana gelen depremlerde hasar gördüğünü, ancak sigorta süresinin bitmesi nedeniyle zararın ödenmediğini ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 5.000,00 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı banka vekili, DASK poliçenin yenilenip yenilenmemesi hususunun davacının sorumluluğunda olduğunu, sigortayı yenileme yükümlülükleri olmadığı gibi herhangi bir başvuruda da bulunulmadığını savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava DASK poliçesinin yenilenmemesinden kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir. Somut olayda, davacıya ait konut için davalı bankadan 29.04.2009 tarihinde konut kredisi kullanıldığı, 29.04.2009-29.04.2010 tarihleri arasında … Sigorta aş. ile ve 29.04.2010-29.04.2011 tarihleri arasında da …,… A.Ş. ile davacı arasında zorunlu deprem sigorta poliçesi düzenlendiği, bu tarihten sonrası için herhangi bir zorunlu deprem sigorta poliçesinin mevcut olmadığı anlaşılmış, Van ilinde 23.10.2011 ve 09.11.2011 tarihlerinde meydana gelen deprem nedeniyle dava konusu taşınmaz hasar görmüştür.
Davacı ile davalı banka arasında düzenlenen kredi sözleşmesinin 16. maddesinde ‘‘….Müşteri ve Kefil/Kefiller, açılacak kredi sebebiyle Banka’ca belirlenecek şartlar üzerinden kredi taksitleri ve krediden doğan her türlü borç tamamıyla geri ödeninceye kadar Bankanın gerekli göreceği her türlü tehlikelere/rizikolara karşı Bankaya rehnedilen her türlü taşınmazları tüm masraf ve primleri kendisine ait olmak üzere, dilediği bir sigorta şirketi nezdinde Banka lehine sigorta yaptırmayı/yapılmasını ayrıca ipotek tesis edilen taşınmaz için Zorunlu Deprem Sigortası’nı yaptırmayı, süresi biten poliçeleri yenilemeyi, daha önce sigorta yapılmış olması ve bu sigortanın vade, tutar ve diğer özelliklerinin Bankaca belirtilen şartları haiz olması halinde sigorta poliçelerini Bankaca bir zeyilname ile ciro ve devretmeyi, süresi sona eren poliçelerin yenilenmesinde Banka’nın yetkili olduğunu, poliçelerde Banka’nın dain ve mürtehin sıfatıyla kayıtlı olmasını, teminatların değerinde her ne sebeple olursa olsun tamamen veya kısmen değer kaybı halinde sigorta bedelinin Bankaca sigorta şirketinden alınmasını ve kredi borçlarına mahsup edilmesini, sigorta şirketi ile tazminat konusunda anlaşmazlığı çözümü için Banka’ca açılacak dava ve takip masraflarının tümünün kendilerine ait olduğunu, sigortanın yaptırıldığı sigorta şirketine ihbar, prim ödeme vs. tüm z
karşı sorumlu olduğunu, sigorta bedelini karşılamadığı takdirde kalan miktar için talep tarihinden itibaren 5 işgünü içinde Bankaca kabul edilecek yeni teminat vermeyi veya bu miktarı def’aten ödemeyi, ipotek edilen taşınmazın hasara uğraması halinde Bankanın sigorta sözleşmesi hükümleri doğrulusunda sigorta bedelini almak için gerekli her türlü işlemi müşterinin rızası olmaksızın açmaya ve bedelini almaya yetkili olduğunu kabul ve taahhüt ederler.
Müşteri ve/veya kefiller tarafından vade tarihinde yenilenmeyen poliçelerin Bankaca yenilenmesi yetkisi, Banka için hiçbir mecburiyet teşkil etmez ve bundan dolayı bankaya hiçbir sorumluluk yüklenemez…’’ hükmü yer almaktadır.
Mahkeme, taşınmaz malikinin zorunlu deprem sigortasını yaptırmakla yükümlü olduğu, taşınmaz malikinin, söz konusu yükümlülükleri yerine getirmemesinden doğan rizikolardan da bizatihi sorumluğunun bulunduğu, taşınmaz için konut kredisi kullandıran Ziraat Bankası’nın söz konusu rizikodan sorumlu olabilmesi için bu hususta açık bir yasa veya sözleşme hükmünün bulunması gerektiği, taraflar arasında akdedilen konut kredisi sözleşmesinde Ziraat Bankası’nın söz konusu rizikoyu üslendiğine ilişkin herhangi bir hüküm bulunmadığı, bunun yanı sıra Bireysel Kredilerde Bağlantılı Sigortaları Uygulama Esasları Yönetmenliğinin 5/2 madde ve fıkrasının kredi kuruluşu için öngördüğü bildirim yükümlülüğü yasal bir zorunluluğu ifade etmeyip sigortanın yaptırılmasına yönelik bir önlem niteliğinde olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dava tarihi itibariyle yürürlükte olan Hayat Sigortası Hazine Müsteşarlığı’nın 17.01.2009 tarih ve 27113 sayılı Resmi Gazete’de yayınladığı Bireysel Kredilerle Bağlantılı Sigortalar Uygulama Esasları Yönetmeliği’nin 5. maddesinin 2. fıkrasında zorunlu sigortalarda kredi süresi içerisinde yenileme sorumluluğunun kredi kullanana, yenilemeye ilişkin bildirim yapma ve bilgilendirme sorumluluğunun ise kredi kuruluşuna ait olacağı düzenlenmesi yer almaktadır.
Her ne kadar, DASK sigortasını yapan başka bir sigorta şirketi olsa da, davalı bankanın zorunlu olan bu sigortanın da yenilenmesi için davacıya bilgilendirme yapması gerektiğinden, davalı bankanın burada kusuru vardır. Ne var ki, davacı sigortalının da zorunlu olan DASK sigortasının süresinin dolup dolmadığını takip etme ve sigortayı yeniletme konusunda kendisine düşen özen yükümlülüğünde müterafik kusuru vardır. Açıklanan bu maddi ve hukuksal olgular göz önüne alınarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi isabetli olmamıştır. “(Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/3851 E. , 2020/4352 K. 17/09/2020 )
Trafik kazaları sebebiyle meydana gelen hasar bedeli ve değer kaybı gibi zararların sigorta şirketinden talep edilmesi hakkında yazımız : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/07/29/arac-deger-kaybi-hasar-tazminati-sigorta-avukati/
Zorunlu deprem sigortasının teminat süresi kapsamında gerçekleşen riziko sonucunda doğan zararlar dask yapılan sigorta şirketi tarafından ödenmemesi halinde sigorta hukukunda uzman avukata başvurulması, sürecin sigorta avukatı tarafından yürütülmesinde fayda bulunmaktadır. Deprem sigortası avukatı, sigorta hukukunda uzman avukattır. Sigorta hukukunda uzman avukat ve sigorta hukukunda uzman arabulucudan randevu almak için iletişime geçebilirsiniz.http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
Dernekler kuruluş bildirimini yerleşim yerinin bulunduğu yerin en büyük mülki amirine verdiği anda kurulmuş sayılır. Bu tarih itibariyle tüzel kişilik kazanır. Derneğin kuruluş bildirimi ve evrakların mevzuata uygunluğu incelenir ve 60 günlük süre içerisinde noksanlık veya kanuna aykırılık bulunmaz ise bu durum, bulunur ise de söz konusu aykırılıklar belirtilerek düzeltilmesi gereği yazılı olarak derneğe bildirilir.
İnceleme sonucunda derneğe yapılan bu yazılı bildirimin tebliğ tarihi önem taşımaktadır. Yeni kurulmuş bulunan derneğin bu tebliğ tarihi itibariyle 6 aylık süre içerisinde ilk genel kurul toplantısını yapması ve zorunlu organların oluşturulması gerekmektedir.
Türk Medeni Kanunu 87. maddesinde derneğin kendiliğinden sona erme sebepleri düzenlenmiştir. İlgili madde uyarınca ilk genel kurul toplantısının kanunda öngörülen 6 aylık süre içinde yapılmamış ve zorunlu organların oluşturulmamış olması halinde dernek tüzel kişiliği kendiliğinden sona erer. Bu durumda mahkeme tarafından verilecek karar derneğin feshi değil, sona ermenin tespitidir. Derneğin sona erdiğinin tespitini mahkemeden her ilgili talep edebilir.
İlk genel kurul toplantısının yapılacağı 6 aylık sürenin tespitinde, mülki amirlik tarafından derneğe yapılan bildirimin tebliğ tarihi önem taşımaktadır. Sona ermenin tespitinin talep edildiği yargılamalarda bu hususun araştırma konusu yapılması gerekmektedir.
Örnek karar ;
“Davacı … Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü dava dilekçesinde; davalı derneğin kuruluş bildiriminin dernekler müdürlüğüne tesliminden itibaren 6 ay içinde ilk genel kurul toplantısını yaparak zorunlu organlarını oluşturmaması nedeniyle, Türk Medeni Kanunu’nun 87/2. maddesi uyarınca derneğin kendiliğinden sona erdiğinin tespitini istemiş; mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.1- Dosyadaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden; davalı derneğe ve dernek üyeleri …, …, …, …, …, …’ya “Tebliğden itibaren 30 gün içerisinde …’nin 17/08/2015 tarihinde yapılan genel kurul toplantısından sonra genel kurulun toplanıp toplanmadığına ilişkin bilgi ve belgenin mahkemeye ibrazı, aksi taktirde anılan derneğin TMK’nın 87. maddesi gereğince kendiliğinden sona ereceğinin” ihtarına ilişkin yazıyı davalı dernek başkanına 16/01/2016 tarihinde tebliğ edildiği ve UYAP ortamına 28/01/2016 tarihinde kayıtlı mahkemeye verdiği dilekçesinde, “Davalı derneğin ilk genel kurul toplantısının 11/10/2014 tarihinde yapıldığını ve zorunlu organlarının oluşturulduğunu, dernekler müdürlüğüne bildirimin sehven yapılmadığını” beyan ettiği, ilgili toplantı tutanaklarının dilekçeye eklendiği anlaşıldığı halde, mahkemece bu dilekçenin değerlendirilmeden karar verilmesi,2-Dernek kuruluş bildiriminin mülki amirliğe yapılması üzerine, ilgili kurum tarafından TMK’nın 60 ve 62. maddeleri uyarınca derneğin kuruluş talebinin kabul edildiğine ilişkin yazılı bildirimin dernek yetkililerine bildirilip bildirilmediği, bildirilmişse tarihinin belirlenmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir. “ (Yargıtay8. Hukuk Dairesi E: 2017/8492 K: 2018/2270 K.T.: 15.02.2018 )
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Dernekler hukuku, Derneğin sona ermesi, İlk genel kurul toplantısı
Taşınmaz mala malikinin ve yasal zilyedinin rızası dışında müdahele ve işgal edilmiş olması durumunda Müdahalenin önlenmesi mahkemeden talep edilebilmektedir. Müdahalenin önlenmesi davasına alternatif olarak belirli şartlarda 3091 sayılı kanun uyarınca idari makamlara başvuru yolu ile de haksız işgalin ortadan kaldırılması müdahalenin önlenmesi mümkün olabilmektedir. 3091 sayılı kanunun sağlamış olduğu bu imkan sürecin çok daha kısa sürede sonuçlanması bakımından taşınmaz üzerinde hak sahibi olan kişiye avantaj sağlamaktadır. Yargılama yolunun adliyelerin yoğunluğu da dikkate alınırsa hayli uzun süreceği açıktır. Oysa 3091 sayılı kanunda yetkili makamlara yapılan başvuru üzerine, soruşturmanın 15 gün içerisinde sonuçlandırılacağı düzenlenmektedir.
Hangi sürede nereye başvurulması gerekir?
Taşınmaz mal merkez ilçe sınırları içinde ise vali veya görevlendireceği vali yardımcısı, diğer ilçelerde ise kaymakamlar tarafından tecavüz veya müdahalenin önlenmesine karar verilmektedir. Taşınmazına yapılan haksız müdahalenin önlenmesi için başvuru süresi önem taşımaktadır. Taşınmaz üzerinde hak sahibi malik veya zilyet taşınmaza yapılan tecavüzü öğrendiği tarihten itibaren 60 gün, her halde de tecavüz ve müdahalenin oluştuğu tarihten itibaren 1 yıllık süre içerisinde yetkili idari makama başvurunun yapılmış olması gerekmektedir. Söz konusu işgalci taşınmazı 1 yıldan fazla süredir işgal etmekte/tecavüz etmekte ise bu durumda 3091 sayılı kanunun sağlamış olduğu imkandan yararlanmak mümkün olmayacak adli yargıda müdahalenin men’i davası açmak gerekecektir. Süreler geçirilmemiş olsa dahi, taşınmaz üzerinde bulunan uyuşmazlık hakkında yargı yoluna başvurulmuş ise artık bu kanun kapsamında idari makamlarca müdahalenin men’ine karar verilmesi mümkün olmayacaktır.
Başvuru üzerine yetkili makam tarafından bir veya birden fazla soruşturma memuru görevlendirilir. Soruşturma memuru mahalde inceleme yapabilir, tanık dinleyebilir, gerekirse hazine, özel idare ve belediye temsilcilerini, köy muhtar ve ihtiyar kurulu üyelerini de dinleyebilir.
3091 sayılı kanun mütecaviz hakkında uygulanacak cezai düzenlemeler de içermektedir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Haksiz işgal, Gayrimenkul hukuku, Taşınmaz mal zilyetliğine tecavüz, Müdahalenin men’i
Hekimin teşhis, tedavi veya tıbbi müdahale sırasında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmesi hastanın mağduriyetine hasta haklarının ihlaline sebep olabilmektedir. Söz konusu hukuka aykırı veya dikkat ve özen yükümünün yerine getirilmediği teşhis, tedavi veya tıbbi müdahalenin hangi sağlık kurumunda yapıldığı yargı yolunun belirlenmesi açısından önem taşımaktadır. Devlet hastaneleri, eğitim ve araştırma hastaneleri ve vakıf hastanelerinde meydana gelen hatalı hekim uygulamaları sebebiyle açılacak tazminat davaları idare mahkemelerinde görülmektedir. Özel hastaneler veya doğrudan işlemi yapan hekime karşı yöneltilecek tazminat talepli malpraktis davaları adli yargıda görülmektedir.
Hatalı enjeksiyon yapılması nedeniyle meydana gelen sakatlıklar sıklıkla karşılaşılan bir sağlık hukuku problemleridir. Yüksek mahkeme hatalı enjeksiyon uygulaması sebebiyle açılan tazminat davalarında yüksek mahkemelerin kararları enjeksiyonun yanlış bölgeye uygulandığının ispatlanamaması halinde, ATK raporları doğrultusunda meydana gelen ‘çeşitli problemlerin’ komplikasyon olarak değerlendirildiği yönündedir. Bu sebeple hatalı enjeksiyonun söz konusu olduğu durumlarda enjeksiyonun yanlış bölgeye uygulanmış olduğunun ispatı önem taşımaktadır. “Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu tarafından, dosyada mevcut bulunan kayıtlar değerlendirilerek olaya ilişkin, “29.10.2008 tarihinde .. Devlet Hastanesinde uygulandığı belirtilen enjeksiyon sonucu gelişen bulguların enjeksiyon nöropatisi ile uyumlu olduğu, ancak tıbbi belgelerde enjeksiyonun yanlış yere uygulandığına dair kayıt bulunmadığı, enjeksiyonun doğru bölgeye uygulanması durumlarında da, ödem, hematom, ilacın difüzyon yoluyla sinire toksik etkisi, vücut yapısı, siyatik sinirin anatomik lokalizasyon farkı gibi nedenlerle nöropatinin gelişebileceği, nöropatinin, enjeksiyon uygulamalarının beklenebilir komplikasyonu olarak değerlendirildiği” yönünde görüş verilmiştir.
Dava konusu olayda idarenin hizmet kusurunun tespit edilememesinin tıbbi kayıt eksikliğinden kaynaklandığı gözetildiğinde, davacının tedavi sürecinde gelişen olaylarla ilgili maddi gerçeğe (rahatsızlığının nedenine) hiçbir zaman ulaşamayacağı ve ömür boyu şüphe duyacağı açıktır.Diğer taraftan davalı idare tarafından dosyaya sunulan belgelerin incelenmesinden, yukarıda anılan mevzuat hükümleri uyarınca, enjeksiyon öncesi enjeksiyonun komplikasyonları hakkında bilgilendirilerek rızasının alındığına ilişkin aydınlatılmış onam belgesinin olmadığı görülmekte olup, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemiş olmasının da sağlık hizmetinin gerektiği gibi yürütülmediği konusunda davacıda endişe, üzüntüye yol açacağı açıktır.
Dava konusu olayda davacının sakat kalmasında davalı idarenin hizmet kusuru bulunduğu açıkça ortaya konulamadığından maddi tazminata hükmedilmesi koşulları oluşmamakla birlikte, tıbbi kayıtların eksik tutulması ve enjeksiyon öncesi aydınlatılmış onamının alınmamış olmasından kaynaklı uğradığı manevi zararının, manevi tazminatın zenginleşme aracı olamayacağı ilkesi de gözetilerek makul ölçüde tazmini gerekirken manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir.” (D A N I Ş T A Y 15 DAİRE E: 2014/3146 K: 2019/290 K.T.: 05.02.2019)
Söz konusu enjeksiyon işlemi doğru bölgeye yapılmış ve herhangi bir hatalı uygulama bulunmasa dahi bir takım komplikasyonlar taşımaktadır. Biyotıp sözleşmesinin 5. maddesi, Hasta Hakları Yönetmeliğinin 22. ve 31. maddeleri ve Tıp Meslek Etiği Kuralları gereğince hastanın yapılacak işlem hakkında anlayabilceği şekilde bilgilendirilmiş olması ve bu bilgilendirme kapsamında aydınlatılmış onamının alınması gerekmektedir. Hastanın aydınlatılmış onamının alınmaması yapılan işlemde her ne kadar hekime veya sağlık çalışanına kusur bulunmasa dahi hastanın yapılacak işleme komplikasyonları bilrek rıza gösterme hakkını engellediği için manevi tazminat talep etme hakkı vermektedir.
“Uyuşmazlık; davacıya yapılan iğne sonucunda sakat kaldığından bahisle iş gücü kaybından dolayı uğranıldığı öne sürülen 213.363,84-TL maddi ve 15.000-TL manevi olmak üzere toplam 228.363,84-TL zararın tahsili istemine ilişkindir. Davacıya enjekte edilen ilaçların doku içi yayılımı ile sinir hasarına neden olabileceklerinin tıbben bilindiği, bu durumun enjeksiyonların tekniğine uygun olarak yapılması durumunda da daha önceden öngörülemeyecek ve önlenemeyecek arazlara sebep olabildiği, bunun her türlü özene rağmen oluşabilecek herhangi bir kusur ve ihmalden kaynaklanmayan komplikasyon olarak nitelendirildiği, enjeksiyonun yapılış tekniği ve uygulanan bölgenin uyumsuzluğu yönünden tıbbi bir delil de tanımlanmadığı, enjeksiyonu uygulayan ve bu talimatı veren ilgili hekime herhangi bir kusur izafe edilemediği hususları bahse konu bilirkişi raporları ile açıkça ortaya konulduğundan bakılmakta olan davada idarenin kusurlandırılarak tazminat ödemekle yükümlü kılınmasına hukuken olanak bulunmamaktadır. 213.363,84-TL maddi tazminatın davalı idarece davacı tarafa ödenmesi yönünde kurulan İdare Mahkemesi kararında, hukuken sabet bulunmadığından bozulması gerekmektedir. ” (Danıştay 15. Daire E: 2017/750 K: 2018/2216 K.T.: 06.03.2018)
“Özet: Uyuşmazlık; hekimin hatalı uygulaması nedeniyle oluşan hizmet kusuruna dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Adi Tıp raporunda davacıda ameliyat sonrasında gelişen durumun yapılan tıbbi işlemin komplikasyonu olarak kabul edilmesi karşısında, idari eylemle zarar arasında nedensellik bağı kurulamadığından maddi tazminata hükmedilmesinin koşulları oluşmamakla birlikte, ameliyat gibi riskli ve önemli bir tıbbi uygulamadan önce, işlemin sık görülen komplikasyonlarından olduğu Adli Tıp Kurulu raporundan da anlaşılan, barsak perforasyonunun anlatılıp davacıdan yazılı onamın alınmamış olması durumunda, mevzuat hükümleri uyarınca davacının aydınlatılma ve onay verme hakkının elinden alınmış olacağı ve yürütülen sağlık hizmetinin gereği gibi işletilmediği konusunda davacıda endişe ve üzüntüye yol açacağından, davacının manevi tazminat talebinin olayın oluş şekli ve davacı üzerinde bıraktığı kalıcı tesirleri de dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir..
…Davacıya, 04.05.2009 tarihinde laparoskopik yöntemle yapılan ameliyata ilişkin aydınlatılmış onam belgesinde, barsak yaralanmasına ilişkin bir bilgilendirmenin yapılmadığı, hastanın geçmiş öyküsü dikkate alınarak bu yönde açık bir bilgilendirme yapılarak rızasının alınması yoluna gidilmediği görülmektedir.
Manevi tazminat, mal varlığında meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Manevi zararın varlığı, sadece şeref, haysiyet ve onur kırıcı işlem ve eylemlere ya da kişilerin vücut bütünlüğünde meydana gelen sakatlık haline, ölüm nedeniyle ağır bir elem, üzüntü duyulması şartına bağlı olmayıp; idarenin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetini gereği gibi eksiksiz olarak sunamaması nedeniyle ilgililerin yeterli hizmet alamamalarından dolayı üzüntü ve sıkıntı duymaları manevi zararın varlığı ve manevi tazminatın hükmedilmesi için yeterli bulunmaktadır.
Adi Tıp Raporunda davacıda ameliyat sonrasında gelişen durumun, yapılan tıbbi işlemin komplikasyonu olarak kabul edilmesi karşısında, idari eylemle zarar arasında nedensellik bağı kurulamadığından maddi tazminata hükmedilmesinin koşulları oluşmamakla birlikte, ameliyat gibi riskli ve önemli bir tıbbi uygulamadan önce, işlemin sık görülen komplikasyonlarından olduğu Adli Tıp Kurulu raporundan da anlaşılan, barsak perforasyonunun anlatılıp davacıdan yazılı onamın alınmamış olması durumunda, yukarıda aktarılan mevzuat hükümleri uyarınca davacının aydınlatılma ve onay verme hakkının elinden alınmış olacağı ve yürütülen sağlık hizmetinin gereği gibi işletilmediği konusunda davacıda endişe ve üzüntüye yol açacağından, davacının manevi tazminat talebinin, olayın oluş şekli ve davacı üzerinde bıraktığı kalıcı tesirleri de dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir.”
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Malpraktis davaları hakkında : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/10/11/malpraktis-davalari/
Sağlık Hukuku Tıp Hukuku Malpraktis Davaları Hasta Hakları Hatalı Enjeksiyon
Türk Medeni Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca, haklı bir sebebe dayanmak kaydıyla, adın değiştirilmesi hâkimden istenebilir. Bu haklı sebepler, kişinin günlük hayatında başka bir ismi benimsemesi, bu ismi kullanması, aile, arkadaş ve sosyal çevresinde bu isim ile bilinip anılması gibi birçok sebep olabilir. Örneğin bir erkeğin nüfus kaydındaki isminin kadın ismini çağrıştırması veya tam tersi bir durum da isim değişikliği davasında haklı sebep olarak kabul edilebilir.
Bir kişi isminin komik bir olay veya olguyu, karakteri çağrıştırması, bu kişinin sosyal hayata uyum sağlamasını zorlaştırabilir, ruhsal sorunlara yol açabilir. Özellikle çocuklar arasında alay konusu yapılabilen bazı isimler sonradan mahkeme başvurularak değiştirilebilir. Bu gibi sebepler; isim değişikliği davasında haklı sebep olarak kabul edilebilir.
Anne ve baba çocuğun ismini kararsızlıkla koyması, sonradan beğenmemeleri veya çocuğun büyüdüğünde ismini beğenmemesi, rahatsız edici unsurların olması halinde çocuğun isminin değiştirilmesi de mümkündür. Çocuğun isminin değiştirilmesi için velayet hakkı sahibi anne ve baba beraber mahkemeye başvurarak çocuğun isminin değiştirilmesini talep edebilir.
İsmin değiştirilmesi davası 6100 sayılı HMK’nın 382/2-a-2 maddesinde çekişmesiz yargı işleri arasında düzenlenmiştir. Çekişmesiz yargı işleri HMK 383 hükmüne göre de aksine hüküm bulunmadıkça Sulh Hukuk Mahkemelerinde görülür. Ancak; Nüfus Hizmetleri Kanununun 36. maddesinin 1/a bendinde, nüfus kayıtlarına ilişkin düzeltme davalarının düzeltmeyi isteyen şahısların yerleşim yeri adresinin bulunduğu yerdeki görevli Asliye Hukuk Mahkemesinde açılacağı hükme bağlanmıştır.
Ayrıca; her ne kadar çekişmesiz yargı işleri arasında düzenlenmişse de, isim değişikliği davası Nüfus Müdürlüğü’ne karşı açılmaktadır. HMK hükmünün ve Nüfus Hizmetleri Kanununun farklı hükümler (https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.5490.pdf ) barındırması sebebiyle görev yönünden isim değişikliği davasında uyuşmazlıklar doğmuş, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25/12/2013 gün ve 2013/18-464 E. ve 2013/1698 K. sayılı kararı ile isim değişikliği davasında Asliye Hukuk Mahkemelerinin Görevli olduğu benimsenmiştir.
İsim değişikliği davasında isim eklenmesinin talep edilmesi, nüfus kaydının isim eklenmek suretiyle değiştirilmesi A.. B. olan isminin A. D. B. olarak değiştirilmesi de yine isim değişikliği davası kapsamında Asliye Hukuk Mahkemeleri tarafından görülmektedir. İsim ekletme, soy isim değiştirme gibi talepler de Asliye Hukuk Mahkemelerinin görev alanına girmektedir.
İş Hukuku
17 Nisan 2020 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7244 sayılı Yeni Koronavirüs (covid-19) Salgininin Ekonomİk ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile koronavirüs salgını kapsamında tedbir alınmak maksadı ile pek çok düzenleme yapılmıştır. Nakdi ücret desteği olarak yeni bir kavram da İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen geçici maddelerle beraber iş ve sosyal güvenlik hukuku kapsamına girmiştir.
Koronavisrüs salgını sebebiyle iş hayatındaki aksaklıklar ve çalışma sürelerinin önemli derecede azalması sebebiyle işverenler tarafından kısa çalışma ödeneğine başvurulmaya başlandı. Kısa çalışma ödeneğinin yanı sıra nakdi ücret yardımı olarak tanımlanan bir ödenek imkanı daha doğmuş ve iş hukuku kapsamında çeşitli sorulara da sebep olmuştur. Kısa çalışma ödeneği ile nakdi ücret desteği arasındaki farklar nelerdir? Nakdi ücret desteğinden yararlanma şartları nelerdir? Nakdi ücret desteği ne kadardır? Kim tarafından nereye başvurulması gerekmektedir? İşverenin sorumluluğu bulunmakta mıdır?
Kanun, ücret nakit desteğinden yararlanabilecek çalışanları iki gruba ayırmış ve yararlanma koşullarını belirlemiştir. İş akdi sona erdirilmemiş olan çalışanlar bakımından işveren tarafından ücretsiz izne ayrılmış olmak ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanamıyor olma koşulları aranmaktadır. Diğer grup ise 15/03/2020 tarihinden sonra iş akdi feshedilen çalışanlardır. Bu grup için de nakdi ücret desteğinden yararlanabilmek için, İşsizlik Sigortası Kanununun 51. maddesi kapsamında iş akdinin feshedilmiş olması, işsizlik ödeneğinden ve yaşlılık aylığından yararlanmıyor olma koşulları aranmaktadır. İş akdinin 17/04/2020 tarihinden önce feshedilmiş olması gerekmektedir. Çünkü kanunun resmi gazetede yayınlandığı 17/04/2020 tarihi itibariyle fesih yasağı başlamaktadır.
Nakdi ücret desteğinden ne kadar süre yararlanılır? İş akdi feshedilmeyip, ücretsiz izne çıkarılmış olan işçiler bakımından ücretsiz izinde bulundukları süre kadar nakdi ücret desteğinden yararlanılabilmektedir. İş akdi 15/03/2020 tarihinden evvel işsizlik sigortası kanunu 51. maddesi kapsamında feshedilen işçiler bakımından ise işsiz kaldıkları süre kadar yararlanılabilmektedir. Nakdi ücret desteğinden yararlanan kişiler ayı zamanda genel sağlık sigortalısı sayılırlar.
Nakdi ücret desteği günlük 39,20 TL olarak belirlenmiştir. Ücret desteğinin günlük olarak belirlenmesi muhtemelen kısmi çalışma halinde olan çalışanlar bakımından ücretsiz izinli oldukları tarihlerin (günlerin) hesaplanması bakımından tercih edilmiştir. Nakdi ücret desteğinden yararlanmak için başvuruların e-devlet üzerinden yapılması mümkündür. Başvuruların işveren tarafından değil, doğrudan işçi tarafından yapılması gerekmektedir.
Kısa çalışma ödeneğinde ise yararlanma koşullarını taşıyan işçiler için başvuruların işveren tarafından yapılması gerekmektedir. İş yerinde çalışmanın önemli ölçüde azalması veya durması koşulunun yanında yararlanacak işçinin de son 60 gün hizmet akdine tabi olarak son 3 yıl içinde 450 gün prim ödemiş olması gerekmektedir. İşveren tarafından kısa çalışma başvuru formu ile beraber kısa çalışma uygulanacak işçi listesi de İşkur’a iletilmelidir. Kısa çalışma başvurusunun müfettişlerin yapacağı inceleme sonucunda uygun bulunması gerekmektedir. Yapılan değişiklikle beraber uygunluk tespitinin onaylanması beklenmeksizin ödeme yapılabilecektir. Kısa çalışma ödeneğinden yararlanılan süre boyunca işveren tarafından İş Kanunu 25/II de düzenlenen sebepler dışında iş akdi feshedilemeyecektir.
Kısa çalışma ödeneğinden yararlanma şartlarını taşıdığı halde işveren tarafından listeye yazılmayan işçi işverenin ihmali veya ayrımcılık yapması sonucunda mağdur olabilecektir. Kısa çalışma ödeneğinden yararlanamayan işçi, her ne kadar nakdi ücret desteğinden yararlanabilse de, aradaki farktan dolayı zarara uğraması, mağdur olması söz konusu olabilecektir. Bu durum işverenin eşit davranma yükümlülüğüne aykırılık olarak değerlendirilebilir.
Kısa çalışma ödeneği ne kadardır, nasıl hesaplanır? Kısa çalışma ödeneği günlük olarak çalışılmayan süreler için hesaplanarak aylık olarak ödenr. Günlük kısa çalışma ödeneği tutarı sigortalının son oniki aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının % 60’ı olarak hesaplanır. Ancak bu tutar aylık asgari ücretin brüt tutarının % 150’sini geçememektedir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Zorunlu trafik sigortası ve kasko kapsamına giren zararların sigorta şirketinden tahsili amacıyla Sigorta tahkim komisyonuna başvuru yapılarak uyuşmazlığı çok kısa sürede sonuçlandırmak mümkündür. Mahkemelerde ticari dava açamadan evvel arabuluculuk yoluna başvurmak zorunlu olmakla beraber, sigorta tahkim komisyonuna başvurmadan önce arabuluculuğa başvurma zorunluluğu bulunmamaktadır. Sigorta tahkim komisyonu bir alternatif yargı mekanizması olduğundan yargının yükünü hafifletme ve uyuşmazlığı kısa sürede sonuçlandırma yükümlülüklerini yerine getirdiklerinden yine bir başka alternatif uyuşmazlık çözüm yolu olan arabuluculuk yoluna başvurma gereği de bulunmamaktadır. Elbette ki taraflar isterlerse sigorta tahkim komisyonuna başvurmadan önce veya uyuşmazlığa başvurduktan sonra da ihtiyari olarak arabulucuya başvurabilir, arabuluculuk müzakereleri yapabilirler. İzah etmek istediğimiz yalnızcadava şartı kapsamında bir zorunluluk bulunmadığıdır.
Sigorta tahkim komisyonuna yapılan başvurularda sigorta hakemleri ve hakem heyetleri kararlarını Sigorta hukuku mevzuatı ve genel hükümlerinin tümünü dikkate alarak vermektedir. Bu kapsamda sigorta tahkim komisyonunun bazı örnek kararlarını inceleyelim.
03/03/2020 Tarih 2020/17908 Sayılı Hakem Kararı (Kasko) ; “Dosya konusu talep, başvuranın geçirmiş olduğu trafik kazası nedeniyle maruz kaldığı durumdan kaynaklanan manevi tazminatın davalı sigorta şirketince ödenmediği iddiasıdır. Somut uyuşmazlıkta manevi tazminat talebiyle Komisyon nezdinde takipte bulunan XXX ve çocukları ülkemizde dava açan yabancı gerçek kişi konumunda olduklarından uyuşmazlık konusunun öncelikle bu minvalde değerlendirilmesi gerekli görülmüştür. Bilindiği üzere, Türk Hukukunda kişilerin hak arama özgürlüklerini kullanmaları herhangi bir sınırlandırmaya tâbi tutulmamıştır. Ancak bazı istisnai durumlarda dava açan veya takip hakkını kullananların önceden belirlenen bazı özel yükümlülükleri yerine getirmesi şart koşulabilmektedir. Bu istisnai şartlardan biri de teminat gösterme yükümlülüğüdür. Alacaklının takipte haksız çıkması halinde borçlunun uğrayacağı muhtemel zararların istenebilmesinin zor veya imkânsız olacağı zannedilen bazı özel durumlarda kanun koyucu tarafından teminat gösterilmesi gerekli görülmüştür…
..Nitekim, 5718 sayılı MÖHUK madde 48/1’e göre; “Türk mahkemesinde dava açan, davaya katılan veya icra takibinde bulunan yabancı gerçek ve tüzel kişiler, yargılama ve takip giderleriyle karşı tarafın zarar ve ziyanını karşılamak üzere mahkemenin belirleyeceği teminatı göstermek zorundadır”. MÖHUK’ta teminat gösterme yükümlülüğü konusunda “yabancılık” ölçütü esas alınmıştır. Buna karşın davalının veya kendisine karşı takibe girişilen karşı tarafın vatandaşlığı, bu madde kapsamında da bir öneme sahip değildir. Anılan maddede öngörülen teminat hususu takip yapmanın ön koşulu olup bu durumun mahkemelerce resen gözetilmesi gerekmektedir. Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde, başvurunun HMK 114 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” hükmü uyarınca, başvurunun diğer yargı yollarına başvurulması suretiyle çözüme kavuşturulması mümkün olduğundan, ayrıca Heyetimizce tespit edilen bu eksikliğin de HMK m.115/2 gereğince yerine getirilmesinin Komisyonun mevcut yapısı ve imkanları dahilinde mümkün olamaması nedeniyle başvurunun usulden reddedilmesi gerektiği değerlendirilmiştir. “
Örnek kararda sigorta hekemi, başvurucunun yabancı olması ve MÖHUK m. 48 hükmünde düzenlenen ‘Türk mahkemelerinde dava açan, davaya katılan ve icra takibi başlatan yabancı gerçek ve tüzel kişilerin, yargı giderleri için karşı tarafın muhtemel zararını karşılayacak teminat gösterme zorunluluğuna’ ilişkin hükmüne istinaden başvuru esnasında teminat gösterilmemiş olması sebebiyle başvurunun usulden reddine karar vermiştir. Kanaatimizce usuli eksikliğin giderilmesi için süre verilmesi, eksikliğin tamamlanmaması halinde usulden red kararı verilmesi daha isabetli bir karar olurdu.
13/02/2020 Tarih 2020/14120 Sayılı Hakem Kararı (Kasko) ; Kasko poliçesinde yer alan çekici bedeli teminatının kapsamının değerlendirilmesi hakkında bir sigorta tahkim komisyonu hakem kararı; “Poliçede, davalı sigortacının red sebebi olan “en uygun noktaya çekilme” şartının bulunmadığı, bu nedenle sigortalı aracın uygun noktadan daha uzak bir noktaya çekilmiş olmasının somut olaydaki çekici tarafından sağlanan hizmet bedelinin karşılanmaması sonucunu doğurmayacağına kanaat getirildiğinden ..” Poliçede yer alan teminatın kapsamını daraltan hususların sigorta poliçesinde açıkça yer alması gerekmektedir.
19/07/2019 Tarih 2019/86929 Sayılı Hakem Kararı -Ferdi Kaza Başvuruda hakem tarafından başvurucu tarafından hasar onarım bedeli ve değer kaybının tespiti için kendi eksper incelemesi yaptırılmasının yasal bir hak olduğu ve eksper ücretini karşı taraftan talep edebileceğine dair kararı.
“Başvuru sahibi vekili tarafından talep edilen ekspertiz ücretinin; Zarar gören aracında oluşan değer kaybının saptanması için 5684 Sayılı Sigortacılık Yasası’nın 19’uncu maddesi gereğince kendi eksperini tayin etmiş ise zarar gören tarafından ödenen eksper ücreti için de TTK Md 1426 maddesi dikkate alındığında, başvuru sahibinin tek taraflı ve serbestçe sigorta eksperi atamasına gitmesi iyi niyetli ve yasal hakkını kullanması olarak değerlendirilmiş, Hazine Müsteşarlığı tarafından 28.08.2015 tarih (2015/34) sayılı genelge ile yayınlanan ve Sigorta Eksperleri Atama Yönetmeliği’nin 12/b maddesi gereği yıllık olarak güncellenen “2019 yılına ait Ekspertiz Ücretleri Rehber Tarifesinin” Motorlu Araçlar kısmında; Binek, Hafif Ticari ve Motosiklet için, 217,95 TL’den az ve 968,63- TL’den fazla olmamak üzere tespit edilen hasar tutarının %1,5’ine KDV ilavesi suretiyle bulunacak rakam olacağı, işbu durumda tarifeden fazla olmaması gerekeceğinden 217,95 TL KDV olmak üzere 257 TL ekspertiz ücretinin talep edilebileceği görüş ve kanaatine varılmıştır. “
Sigorta tahkim heyetinin kararlarına ulaşmak için ve sigorta tahkime başvuru için gerekenler hakkında http://www.sigortatahkim.org/
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Sigorta hukuku, hasar onarım bedeli, araçta değer kaybı, sigorta şirketine başvuru, tahkim
Sigorta tahkim komisyonuna başvuru , sigorta avukatı, sigorta hukuku
SIRA CETVELİNE İTİRAZ DAVASI VE SIRA CETVELİNE KARŞI ŞİKAYET
Sıra cetveli nedir?
Borçluya ait hacizli bir malın satışı sonucunda elde edilen satış bedeli alacaklıların alacağını karşılamaya yetmeyebilir. İcra İflas Kanununun 140. maddesi; satış tutarının bütün alacaklıların alacağını tamamen ödemeye yetmezse icra dairesinin alacaklıların bir sıra cetvelini yapacağını düzenlemiştir. Satış işlemini yapan icra müdürlüğü satış bedelinin alacaklılar arasında paylaştırılması için İİK. 100 ve 268. maddelerine göre hacze iştirak edebilecek alacaklıları belirleyerek sıra cetveli yapar. Uygulamada icra müdürlüğü tarafından derece kararı olarak düzenlenmektedir.
Satış bedelinin alacakların tamamını karşılamadığı halde sıra cetvelinin yapılmadığı istisnai durumlar da vardır. Rehnin/ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takiplerde satış bedelinin ipotek/rehin bedelini dahi karşılamaya yetmediği durumlarda icra müdürlüğü tarafından sıra cetveli yapılmasına yer olmadığına dair karar verilebilir.
Sıra cetvelinin İcra İflas Kanunu hükümlerine aykırı olarak düzenlenmiş olması, sıra cetvelinde yer verilmemesi gereken bir alacağa yer verilmiş olması, alacaklının alacağının düşük veya yüksek yazılmış olması hallerinde bu usulsüzlüklere karşı şikayet veya itiraz yollarına başvurulabilir. Sıra cetvelinde yer alan usulsüzlüklere, alacağın kendisine veya sırasına borçlu ve alacaklılar tarafından tebliğden itibaren 7 gün içinde şikayet yoluna, alacaklılar tarafından da itiraz davası yolluna gidilebilmesi mümkündür. Bu 7 günlük süre içerisinde itiraz edilmemesi ve şikayet yollarına başvurulmaması halinde sıra cetveli kesinleşmektedir.
Sıra cetveline itiraz davası ile şikayet arasındaki farklar nelerdir?
İcra takip işlemlerine karşı başvurulabilen bir yol olan şikayet kanun yolu teknik anlamda bir dava türü değildir. Şikayet kanun yolu bir nevi İcra mahkemesi tarafından icra takip işleminin takip hukuku hükümlerine uygunluğunun denetlenmesidir. İcra mahkemesi tarafından şikayet sonucunda verilen karar teknik olarak maddi anlamda kesin hüküm oluşturmazken, dava sonunda verilen karar maddi anlamda kesin hüküm oluşturmaktadır. Bu teknik ayrımın pratik sonucu olarak, icra mahkemesi tarafından şikayet üzerine verilen kararın kesin hüküm oluşturmaması sebebiyle, daha sonra genel mahkemede açılan davanın kesin hüküm itirazı ile karşılaşmayacağını söyleyebiliriz. Şikayet müessesesi İİK.’nun 16. maddesinde genel bir madde olarak düzenlenmiş olup, sıra cetveline karşı şikayet hususu ise 142/3 hükmünde ‘İtiraz alacağın esas ve miktarına taallük etmeyip yalnız sıraya dairse şikayet yoliyle icra mahkemesine arzolunur.’ denilmek suretiyle sıra cetveline karşı hangi hallerde şikayet yoluna gidilebileceğine de açıklık getirilmiştir.
Sıra cetveli bakımından genel bir ayrım olarak; şikayet yolu şekli eksiklik ve takip hukukuna aykırılık sebepleri ile başvurulan bir yol iken, itiraz davası ise maddi hukuku bakımından gerçekliğe aykırılık iddialarının incelendiği bir dava türüdür.
Sıra cetveline karşı hangi hallerde şikayet hangi hallerde itiraz davası yoluna gidilmesi gerekir?
İcra İflas Kanunu 142/3 hükmü sıra cetveline yapılan itirazın alacağın esas ve miktarına ilişkin olmayıp yalnız sıraya ilişkin olması helinde şikayet yoluyla icra mahkemesinde görüleceğini belirtmiştir. Kanun hükmü her ne kadar yalnız sıraya ilişkin olan itirazların şikayet yolu ile inceleneceğini belirtmişse de, takip hukukuna aykırılık teşkil eden başkaca hususlarda da İİK. 16. maddesi uyarınca şikayet yoluna başvurulması mümkündür. Şikayet yoluna hem alacaklılar hem de borçlu tarafından başvurulabilmektedir. Sıra cetveline karşı şikayet yoluna başvurmak isteyen alacaklı veya borçlu kararın tebliğinden itibaren 7 gün içerisinde icra mahkemesine başvurmalıdır. Bu 7 günlük süre iş günü değil, takvim günüdür.
Alacaklının kendi sırasına veya kendisinden önce gelen bir başka alacaklının sırasına şikayet yolu ile itiraz edebilir. Alacaklı, sıra cetvelinde kendisinden önce gelen bir başka alacaklının hem alacağının esasına hem de sırasına itiraz etmek istiyorsa bu durumda itiraz davası açarak her iki itirazını da ileri sürebilir. Sıra cetveline karşı itiraz davası borçlu tarafından açılamazken, alacaklıları tarafından HMK yetki ve görev kuralları uyarınca genel mahkemede açılılabilir. Sıra cetveline itiraz davasında yargılama genel hükümlere göre basit yargılama usulü uygulanarak yapılır. Sıra cetveline itiraz davasında ispat külfeti alacaklı olduğunu iddia eden davalıdadır. Davalı alacaklı olduğunu kabul etmeyen davacıya karşı genel hükümler uyarınca alacaklı olduğunu ispat etmekle yükümlüdür.
Alacağın esası hakkında bir ihtilaf olmayıp da yapılan icra işleminin yalnızca takip hukuku bakımından ihtilaf konusu olması halinde sıra cetveline ilişkin itirazın şikayet yolu ile icra mahkemesinde çözümlenmesi gerekmektedir. Örneğin Yargıtay bir kararında “Rehnin geçersizliğine ilişkin itirazların İİK.nun 146 ve 147. maddeleri gereğince icra dairesine yapılması gerektiğini” belirtmiştir. (Yargıtay 12. HD. 26.06.2012, 4742/22586)
“Davacı, düzenlenen sıra cetvelinde ipotekli alacaklılara ipoteğin karşıladığı miktardan daha fazla pay ayrıldığını, ayrıca taşınmaz üzerinde hacizleri bulunduğu halde sıra cetvelinde kendilerine yer verilmediğini ileri sürmüştür.
Sıra cetveli düzenlenirken, ipotekli alacaklılar ile haciz uygulayan diğer alacaklıların İİK.nun 151 nci maddesi uyarınca sıra cetvelinde gösterilmesi gerekmektedir. Anılan maddede, rehin bedelinin alacaklılar arasında paylaştırılmasında 138’nci madde hükmünün uygulanacağı, satış tutarının alacaklıların alacağını ödemeye yetmemesi halinde, icra müdürlüğünce aynı yasanın 206’ncı maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına göre sıra ve payların tayin olunacağı, 141, 142 ve 144’ncü maddelerin burada da uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Diğer bir anlatımla ipotekli alacaklıların yanı sıra diğer alacaklılara da sıra cetvelinde yer verilmesi suretiyle adı geçenlerin sıra cetveline itiraz etme olanağı da sağlanmış olmaktadır.
Diğer yandan davacı, ipotekli alacaklılara fazla pay ayrıldığını da itirazında ileri sürdüğüne göre, ipotek belgeleri getirtilip, ipoteklerin limit ipoteği olup olmadığı incelenmek suretiyle bu itiraz hakkında da bir karar verilmesi gerekmektedir.” (Yargıtay 19. Hukuk Dairesi 2002/152 E., 2002/4094 K.)
“İİK.nun 191.maddesine göre borçlunun iflas açıldıktan sonra masaya ait mallar üzerinde her türlü tasarrufu alacaklılara karşı hükümsüzdür. Bu nedenle kural olarak iflastan sonra müflis aleyhine masaya giren mal ve haklara ilişkin olarak doğrudan dava açılamaz. İflas masasından hak iddia eden alacaklının alacağının masaya kaydını talep etmesi, bu talebin İflas idaresince kabul edilmemesi halinde, İİK.nun 235/2.maddesinde öngörüldüğü şekilde sıra cetveline itiraz davası açması gerekmektedir. Bu yönler gözetilmeden müflise karşı bir alacak davası açılmışsa bu davaya iflas idaresine karşı sıra cetveline itiraz davası olarak devam edilmesi Anayasanın 141/son maddesinde işaret edilen usul ekonomisi ilkesine uygun düşer.” (Yargıtay 19. Hukuk Dairesi 2001/4976 E., 2002/1984 K.)
Bir alacaklı sıra cetvelinde kendisinden önceki sırada yer alan alacaklının alacağının gerçek olmadığını düşünüyorsa icra hukuku uygulamalarında görülen tasarrufun iptali davası açabileceği gibi sıra cetveline itiraz davası aaçarak da bu iddiayı ileri sürebilir. Sıra cetveline itiraz davasında maktu avukatlık ücretine hükmedilirken, tasarrufun iptali davalarında nisbi avkatlık ücretine hükmedilmektedir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
İcra hukuku, İcra takip işlemi, Sıra cetveli, Sıra cetveline itiraz, Sıra cetveline karşı şikayet, İcra Mahkemesi, Kesin hüküm, Avukat, İcra avukatı istanbul,
Çek keşide eden gerçek veya tüzel kişinin ibraz tarihinde çek bedelini çek hesabında hazır bulundurması gerekmektedir. Çekin karşılığının tamamen veya kısmen bulunmaması halinde, çek hakkında ‘karşılıksız’ işlemi uygulanır ve bu husus çekin arka yüzünde belirtilir ve çek hamiline teslim edilir. “Karşılıksızdır” işlemi, çekin karşılıksız kalan kısmı miktar ve muhatap bankanın hamile kanunen ödemekle yükümlü olduğu miktarın dışında, çek bedelinin karşılanamayan kısmıyla sınırlı olarak yapılır.
Süresinde ibraz edilen her bir karşılıksız çek için muhattap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar mevcuttur. Bankanın yasal olarak ödemekle yükümlü olduğu bu tutarın, hesap sahibi ile muhatap banka arasında çek defterinin teslimi sırasında yapılmış ve dönülemeyecek bir gayri nakdî kredi sözleşmesine dayandığı kabul edilmektedir. Bankaların karşılıksız çıkan her bir çek için ödemekle yükümlü olduğu tutar 2020 yılı için aşağıdaki şekilde belirlenmiştir:
Çekin karşılığının hiç bulunmaması halinde muhattap banka; çek bedeli 2.500 TL veya üzerinde ise 2.500 TL, Çek bedeli 2.500 TL’nin altında ise çek bedelini süresinde çeki ibraz eden hamile ödemekle yükümlüdür.
Çekin karşılığının kısmen bulunması halinde ise muhattap banka; çek bedeli 2.500 TL veya altında ise çek bedelini aşmamak koşuluyla, kısmi karşılığı 2.500 TL’yi tamamlayacak bir miktarı, Çek bedeli 2.500 TL’nin üzerinde ise çek bedelini aşmamak koşuluyla, kısmi karşılığa ilave olarak 2.500 TL’yi ödemekle yükümlüdür. Çekin üzerinde yazılı baskı tarihinden itibaren 5 yıl içinde ibraz edilmemesi halinde bankanın bu tutarları ödeme sorumluluğu ortadan kalkmaktadır.
Çek hesabı kapatıldıktan sonra, çekin kanuni ibraz süresi içinde ibraz edilen çekler de karşılıksızdır işlemine tabi tutulmaktadır. (Ç.K.m.2/10)
Hamilin muhatap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar dahil, kısmi ödemeyi kabul etmemesi halinde, Çek Kanunu 3. maddesi, 2 fıkrası uyarınca yalnızca karşılıksız kalan tutarla sınırlı olarak karşılıksızdır işlemi uygulanır. Karşılıksız işlemi uygulanan çekin ibraz tarihi ile ödememe nedeni çekin üzerine yazılır, üzerine imzası alınarak hamiline geri verilir.
Muhatap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar dahil kısmi ödemeyi kabul etmesi halinde, çekin ön ve arka yüzünün onaylı fotokopisi çek hamiline verilir. Çek hamili, bu fotokopiyle müracaat borçlularına veya kambiyo senetleri hakkındaki takip usullerine başvurabileceği gibi, icra mahkemesine şikayette bulunurken de bu fotokopi ile işlemlerini yapabilir, bu fotokopiyi icra müdürlükleri ile mahkemelerde ispat aracı olarak kullanabilir. Mahkeme veya icra dairesinin talebi halinde çek aslını elinde bulunduran banka çek aslını ilgili mercilere göndermek zorundadır.
Çekin üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihinden önce ibraz edilen çekin karşılığının TTK 707 maddesi uyarınca kısmen veya tamamen ödenmemesi halinde, bu çekle ilgili olarak takip işlemi yapılamaz. İleri düzenleme tarihli çekler hakkında hukuki takip işlemi yapılabilmesi için, çekin düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde bankaya ibraz edilmiş olması ve karşılıksızdır işlemine tabi tutulmuş olması gerekmektedir.
Çekin karşılığının hesapta bulunmasına rağmen muhattap banka çek bedeli ödemesini geciktirirse, çek hamiline her geçen gün için %0,3 oranında gecikme cezası ödemekle yükümlüdür.
Çek keşide edildiği yerde ödenecekse 10 gün içinde muhattap bankaya ibraz edilmesi gerekmektedir. Çek keşide edildiği yerden başka yerde ödenecekse bir ay içinde muhatap bankaya ibraz edilmesi gerekmektedir. Çekin nerede ödeneceği ise çek üzerinde yazmakla beraber, buna göre belirlenmektedir. 10 günlük süreyi kaçıran hamilin başka bir şehire giderek orada şansını değerlendirmesi söz konusu olamaz. Keşide yeri ile ödeme yeri farklı ülkelerde ancak aynı kıtalardaysa 1 ay, farklı kıtalardaysa 3 aylık süre içerisinde ibraz edilmesi gerekmektedir. İbraz süreleri teknik olarak hak düşürücü sürelerdendir. Bu sürenin geçirilmesi halinde çek kambiyo vasfını yitirecek ve kambiyo senetlerine özgü takip yolu ile takip yapılması mümkün olmayacaktır.
Karşılıksız çek düzenleme suçu ve cezai sorumluluğu Çek Kanunu 5. maddesinde düzenlenmiştir. Kanuni ibraz süresi içinde ibraz edilen çeke ‘karşılıksızdır’ işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi karşılıksız çek düzenleme suçunu işleyen kişidir. Bu tanıma göre karşılıksızdır işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi, çekin karşılığını banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişidir, yani çek hesabı sahibidir. Çekin tüzel kişi adına düzenlenmesi, çek hesabının tüzel kişiye ait olması halinde, çek bedelini bulundurmakla yükümlü olan ve karşılıksızdır işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi kimdir? Çek hesabının tüzel kişiye ait olması halinde; çek bedelini bulundurmakla yükümlü olan kişi tüzel kişinin mali işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişilerdir. Bu kişiler karşılıksız çek sebebiyle İcra Ceza Mahkemelerinde, karşılıksız çek şikayetinde bulunulması halinde ‘karşılıksız’ işlemi uygulanmasına sebebiyet vermekten cezalandırılmakta ve haklarında tedbirlere karar verilmektedir. Karşılıksız çek şikayeti avukat vasıtası ile yapılıp, takip edilebilmektedir.
Düzenlenen çek hakkında “karşılıksızdır” işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikayeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, karşılıksız kalan çek bedelinden az olmamak üzere 1500 güne kadar adli para cezasına hükmedilmektedir. İcra Ceza Mahkemesi tarafından yapılan karşılıksız çek yargılaması neticesinde verilen adli para cezalarının ödenmemesi halinde, adli para cezası Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 106/3 fıkrası uyarınca kamuya yararlı bir işte çalıştırma kararı verilmeksizin doğrudan hapis cezasına çevrilmektedir.
İcra ceza mahkemelerinde yapılan karşılıksız çek yargılamalarında sanık hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına da karar verilmektedir. Bu tür kararlar tedbir mahiyetinde olmakla, yargılama sonucu beklenmeksizin karar verilebilmektedir. Yargılama sonucunda davanın düşmesine, reddine, ceza verilmesine yer olmadığına yahut da beraate karar verilmesi halinde bu tedbir kararının da kaldırılmasına karar verilir; ancak mahkumiyet kararı verilmesi halinde de evvelden verilmiş yasağa ilişkin bir tedbir kararının bulunması halinde bu kararın da devamına karar verilir. Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına ilişkin veya yasağın kaldırılmasına ilişkin kararlar gecikmeksizin Mersis ile Risk Merkezine bildirilir. Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilenler, çek kanunu düzenlemesine göre yasaklılıkları süresince sermaye şirketlerinin yönetim organlarında görev alamazlar ve elindeki bütün çek yapraklarını ait olduğu bankalara iade etmekle yükümlüdür. Bu kişiler adına yeni bir çek hesabı açılamamaktadır.
“Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi, bu tüzel kişi adına çek keşide edenler ve karşılıksız çekin bir sermaye şirketi adına düzenlenmesi durumunda ayrıca yönetim organı ile ticaret siciline tescil edilen şirket yetkilileri hakkında uygulanır.” Çek K. m.5.
Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı bulunan gerçek kişinin, yönetim organında görev yaptığı veya ticaret siciline tescil edilen yetkilisi olduğu tüzel kişiye çek defteri verilmez. (m2/4)
Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilen kişi veya avukatı, mahkum olduğu cezanın tamamen infaz edildiği tarihten itibaren 3 yıl ve her halde yasağın konulduğu tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra, hükmü veren mahkemeden çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının kaldırılmasını isteyebilmektedir.
25/03/2020 tarih 7226 sayılı kanunun 49. maddesi ile Çek Kanununa Geçici 5. madde eklenmiştir. Bu geçici madde hükmü 24/03/2020 tarihine kadar ‘karşılıksız’ işlemi yapılmasına sebebiyet verme suçu sebebiyle mahkumiyetine karar verilmiş olanların oldukça lehine bir düzenleme içermektedir. Öncelikle bu tarihe kadar işlenen suç sebebiyle mahkum edilmiş olanların cezalarının infazı maddenin yürürlüğe girmesiyle birlikte durmaktadır. Hükümlünün tahliye tarihinden itibaren 3 ay içinde çek bedelinin ödenmeyen kısmının onda birini ödeyerek ve bu 3 aylık sürenin bitimini takiben de kalan borcunu ay ara ile 15 eşit taksitle ödemesi durumunda ceza mahkumiyetinin tüm sonuçlarının ortadan kalkacağına ilişkin düzenleme 26.03.2020 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.Çek Kanununa geçici 5. madde ile eklenen bu yeni düzenleme, ekonomik krizin yükünü hafifletme amacını taşımaktaysa da alacaklılarn mağduriyetine yol açacaktır.
Çek borçlusunun tahliye edildiği tarihten itibaren 3 aylık süre içerisinde borcun onda birlik kısmını ödememesi ve diğer 15 taksitten 2 tanesini ödememesi halinde alacaklının şikayeti üzerine mahkeme tarafından hükmün infazının devamına karar verileceği düzenlenmiştir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Karşılıksız çek düzenleme Çek borçlusu Üsküdarda avukat Çek senet avukatı
Ayıplı malın bir ticari satışa mı yoksa tüketici işlemin mi konusu olduğu uygulanacak mevzuatın ve yasal hakların tespiti bakımından önemlidir. Eğer işlem ticari satışın her iki tarafı için de ticari iş niteliğindeyse, kar amacı güderek yapılmışsa öncelikle bir ticari satış söz konusudur. Bu sebeple öncelikle Türk Ticaret Kanunu hükümlerine bakmak gerekecektir.
Bir ticari satım işleminde malın ayıplı olduğu açıkça belli ise, yani görünür bir ayıp söz konusu ise alıcının bu ayıbı satım işleminden itibaren 2 gün içinde satıcıya ihbar etmesi gerekmektedir. Ticari satışa konu maldaki ayıp açıkça belli olmayan bir ayıp ve muayene ile ortaya çıkabilecek nitelikte bir ayıp ise, alıcı satıma konu malı 8 gün içinde incelemek veya incelettirmek suretiyle muayene yapmak ve bu inceleme sonucunda ayıp tespit ederse de yine bu 8 günlük sürenin içinde satıcıya ihbar etmek zorundadır. Bu süreler alıcının ayıplı maldan kaynaklanan seçimlik haklarını kullanması bakımından önemlidir, süreler geçirilmeden gerekli inceleme yapılmalı ve ayıp tespit edilirse satıcıya ihbar yapılmalıdır. Süresi içinde ihbar yapılmaması alıcının o malı ayıplı olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir. Türk Ticaret Kanunu 23. maddesi 1/c hükmü “Malın ayıplı olduğu teslim sırasında açıkça belli ise alıcı iki gün içinde durumu satıcıya ihbar etmelidir. Açıkça belli değilse alıcı malı teslim aldıktan sonra sekiz gün içinde incelemek veya incelettirmekle ve bu inceleme sonucunda malın ayıplı olduğu ortaya çıkarsa, haklarını korumak için durumu bu süre içinde satıcıya ihbarla yükümlüdür.” TTK 23. maddesi Türk Borçlar Kanununun 223/2 fıkra hükmüne atıfta bulunarak diğer durumlarda bu fıkranın uygulanacağını belirtmiştir. Anılan hüküm şu şekildedir; “Alıcı gözden geçirmeyi ve bildirimde bulunmayı ihmal ederse, satılanı kabul etmiş sayılır. Ancak, satılanda olağan bir gözden geçirmeyle ortaya çıkarılamayacak bir ayıp bulunması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu tür bir ayıbın bulunduğu sonradan anlaşılırsa, hemen satıcıya bildirilmelidir; bildirilmezse satılan bu ayıpla birlikte kabul edilmiş sayılır.”
Ticari satıma konu malın kanunda belirlenen sürelerden daha uzun bir süre satıcı tarafından verilmiş bir garantisi mevcutsa, bu garanti süresi içerinde de ayıba karşı tekeffül hükümlerine başvurulabilecektir. Bu durumda zamanaşımı itirazı dinlenmemektedir.
Ticari satımdan kaynaklı davalar ticari davalardır ve ticaret mahkemelerinde görülmektedir. Ticari davalarda dava şartı olarak arabulucuya başvurulması gerekmektedir. Bu sebeple ticari dava açmadan önce arabulucuya başvurulmamışsa mahkemeler davayı usulden reddetmektedir. Bu konuda ticaret hukuku avukatından destek alınmalı, süreç ticaret avukatı ile beraber takip edilmelidir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ticari Satımlarda ayıplı mal ve alıcının hakları
Üsküdarda avukat
Ümraniyede avukat
Boşanma davalarında müşterek çocuğun velayeti hakkında da karar verilmektedir. Mahkemenin boşanma kararı ile beraber verdiği nafaka ve velayete ilişkin kararlara karşı istinaf/temyiz yolu açıktır. Taraflar boşanma kararına itiraz etmese de sadece nafakaya ilişkin karara veya velayete ilişkin karara da itiraz edebilirler. Bu durumda dava dosyası istinaf edilmiş olmasına rağmen boşanma kararı kesinleşmiş olur.
Müşterek çocuğun velayeti anne ya da babaya verilmekle, diğer taraf için de kişisel ilişki tesisine dair karar verilir. Hak kişisel ilişkinin çocuk için sakıncalı olacağına dair deliller varsa kişisel ilişkinin kaldırılmasına da karar verebilir. Aile mahkemeleri velayetin verildiği taraf lehine diğer tarafça iştirak nafakası ödenmesine de karar verir. İştirak nafakası yükümlüsünün işsiz olması gelirinin az olması bu yükümlülüğü ortadan kaldırmaz.
Velayetin verilmediği tarafın müşterek çocukla şahsi münasebet kurabilmesi için, mahkeme boşanma ilamında belirli günlerde kişisel ilişki tesisine karar verir. Tarafların farklı şehirler veya farklı ülkelerde yaşıyor olması halinde kişisel ilişki tesisi de buna göre yatılı olarak ve daha uzun sürelerle ayarlanmaktadır.
Aile mahkemesinin boşanma ilamı ile beraber belirlemiş olduğu günlerde velayetin verilmediği taraf ile çocuğun kişisel ilişki tesisi kurması gerekmektedir. Bu karar yalnızca tarafları değil, müşterek çocuğun ruhsal ve sosyal anlamda sağlıklı büyümesini sağlamaya ve çocuğu korumaya yöneliktir. Müşterek çocuğun anne ya da babası ile kişisel ilişkisinin engellenmesi halinde çocuk icrası yapılabilmektedir. İcra müdürlüğü vasıtası ve uzman pedagog eşliğinde çocuğun bulunduğu adresten çocuğun kişisel ilişki saatlerinde teslimi sağlanır. Bu uygulama çocuğun psikolojisini olumsuz etkilemesi sebebiyle haklı olarak çok eleştirilmektedir. Gündemde bu konuda yapılacak yasa değişikliği bulunmaktadır.
Çocuğun kişisel ilişki günlerinde teslim edilmemesi şahsi münasebetin engellenmesi İcra iflas Kanunu hükümlerine göre suç teşkil etmektedir. Kişisel ilişkinin engellenmesi halinde, usuli şartlar da mevcutsa icra mahkemesine yapılan şikâyet sonucunda tazyik hapsi uygulanmaktadır.
Teknik olarak artık değere katılma alacağı denilmektedir. Boşanma davasının açıldığı tarihte evlilikte geçerli olan mal rejimi sona erer. Boşanma davası ile birlikte veya daha sonrasında açılan bir dava ile katılma alacağının talep edilmesi mümkündür. Nedir katılma alacağı? 01.01.2002 tarihinde yeni Türk Medeni Kanunumuzun yürürlüğe girmesi ile beraber, evlilikte edinilmiş mallara katılma rejimi geçerli hale gelmiştir. Edinilmiş mallara katılma rejiminde, evlilik içinde alınmış malların artık değerinin yarısı üzerinde diğer eşin katkıda bulunduğunu ispat külfeti olmaksızın parasal hakka sahiptir. Bu hakka katılma alacağı denilmektedir.
Katılma alacağı davalarında söz konusu malların evlilik birliği içinde edinilip edinilmediği, kişisel mallardan sayılıp sayılmadığı yargılama konusuna girmektedir. Örneğin evlilik öncesinde alınmış olan bir araba kişisel eşyadır ve diğer eşin bu mal üzerinde katılma alacağı bulunmamaktadır. Keza bu tür malların evlilik içerisindeyken satılarak başka bir eşyanın alınmasında ikame değer olarak kullanılması halinde de, bu ikame edilen değer üzerinde yine diğer eşin katılma alacağı hakkı bulunmaz. Zira bu kısım kişisel mallar kapsamında kalmaya devam etmektedir. Örneğin evlilik öncesinde eşlerden birinin almış olduğu araba 100.000 TL’ye satılarak, evlilik devam ederken ev alımında peşinat olarak kullanılmış ve diğer 300.000 TL’lik kısım edinilen kazançtan ödenmiş ise, bu durumda artık değer hesaplaması yapılacaktır. Böyle bir durumda diğer eşin katılma alacağı söz konusu maldan çıkarılan kişisel değerler ve borçlardan kalan artık değer üzerinden yarı oranında söz konusu olabilecektir. Boşanma davası avukatı mal paylaşım davalarında da tarafları bu konularda bilgilendirmeli ve hukuki destek vermelidir.
Yargıtay bir kararında; ‘Katılma alacağına konu taşınmaz ve araç ile davalının kişisel malı sayılan önceki aracın satışından elde edilen paranın yeni aracın alımında kullanılıp kullanılmadığının araştırılması gerekir’ diyerek bu hususun artık değerin hesaplanmasındaki önemine vurgu yapmıştır. Kişisel mal bedelinin evlilikte edinilen malın alınmasında kullanıldığının ispatlanması gerekmektedir. Aksi halde malın değerinin tamamı üzerinden katılma alacağı hesaplanacaktır.
Katılma alacağı hesaplanırken edinilmiş mallardan kişisel mal değerlerinin ve borçların çıkarıldığını belirtmiştik. Borçlar teknik anlamda malın pasifi olarak ifade edilmektedir. Buna örnek olarak evin ödenmemiş kredi borcu gösterilebilir. Boşanma kararı ile beraber hükmedilmiş olan maddi ve manevi tazminatlar malın pasifi olarak değerlendirilemez. Bu sebeple katılma alacağı belirlenirken hükmedilen tazminat bedellerinin hesaba katılması mümkün değildir.
Boşanma davasını yöneten boşanma avukatı katılma alacağının belirlenmesinde artık değer hesabını kontrol etmesi ve teknik olarak yapılan bir hesap hatası olup olmadığını incelemesi gerekir. http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Yurt dışında resmi kayıtlı olarak çalışan davacı kadının gelirlerini ispatlayamaması halinde katkı ayı alacağının hakkaniyet ve fedakarlığın denkleştirilmesi kuralları gözetilerek 6098 sayılı TBK’nun 50 ve 51. maddeleri uyarınca bir miktar tazminat olarak belirlenmesi gerekmektedir. (Yargıtay 8. HD. 2013/557 E. 2013/9212 K. 13/06/2013)
Eşlerin açılan ilk boşanma davasının reddedilmesi ve bu süreçten sonra fiilen ayrı yaşanmaya başlanması halinde mal rejimi sona ermiş olmayacaktır. Eşlerin ayrı yaşadığı dönemde edinmiş olduğu mallar da bu sebeple edinilmiş mal kapsamına girmektedir. Edinilmiş mal rejiminde eşlerin katılma alacağı kanundan kaynaklanan bir haktır ve diğer eşin katkıda bulunduğunu ispatlaması gerekmemektedir. Kanundan doğan bu hak, fiilen ayrı olunan dönemde edinilen mallar için de, mal ayrılığı rejimine geçilmedikçe geçerli olacaktır. Değer artış payı alacağı ise fiilen ayrı yaşanan bir dönemde hayatın olağan akışından beklenemeyeceği için bu hususu ancak talep eden davacının ispatlaması gerekmektedir. Zira değer artış payı alacağı, katılma alacağı gibi kanundan doğan bir hak değildir ve ispatı gerekmektedir.
Dolandırıcılık suçu TCK’nın 157. maddesinde düzenlenmiş ve suçun unsurları da madde metninde belirtilmiştir. Dolandırıcılık suçunun nitelikleri halleri ise daha ağır cezayı gerektiren hallerdir ve bu husus da TCK’nın 158. maddesinde düzenlenmiştir. Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için madde metninde tanımlanan maddi ve manevi suç unsurlarının gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolandırıcılık suçu kasten işleneblen bir suçtur, takdirle işlenmesi mümkün değildir. Bu husus suçun manevi unsurunu belirtmektedir.
Dolandırıcılık suçu hileli davranışlarla işlenmesi gereken bir suçtur. Hileli davranışın neler olduğu Yargıtay içtihatları ve yorumları ile tamamlanan bir husustur. Hileli davranışların aldatıcı nitelikte olması gerekmektedir. Aldatıcı nitelikte olmayan bir hileli davranışın yani alelade ve hiç bir inandırıcılığı olmayan, karşısındaki insanı kandırma inandırma kabiliyeti olmayan bir davranış dolandırıcılık suçu kapsamında değerlendirilemez. Aldatıcı niteliğin nasıl belirleneceği tartışmasında ise objektif değil, subjektif olarak değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmektedir. Zira her kişinin akıl, zeka, eğitim durumu farklılık gösterebileceğinden hileli davranışlar karşısında inanma ihtimali de farklılık göstermektedir. Bu sebeple dolandırıcılık suçu kapsamında hileli davranışların inandırıcılığı mağdur kişinin yani hileli davranışların yöneldiği kişinin özellikleri dikkate alınarak subjektif esaslara göre belirlenecektir.
Dolandırıcılık suçunun bir diğer unsuru ise zarardır. Hileli davranışların yöneldiği veya bir başka kişinin zarar uğramış olması gerekmektedir. Fail hileli davranışlar ile kendisine veya bir başkasına menfaat sağlamış olmalıdır. Bu suç unsurlarından birinin gerçekleşmemesi halinde dolandırıcılık suçunun maddi unsurları mevcut olmadığından sanığın bu suçtan mahkum edilmesi mümkün olamayacaktır.
Dolandırıcılık suçu Ağır Ceza Mahkemelerinin görev alanına girmektedir. Ağır ceza avukatı ceza hukuku alanında bu kapsamda ceza davalarında müdafii olarak savunma yahut da davaya katılan müşteki vekili olarak şikayet işlemlerinin yapılmasında görev alır. Ağır ceza davalarında ceza avukatının işlevi savunmada önem taşımaktadır.
Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için sanığın ‘hileli davranışlar ile bir kimseyi aldatması’ gerekmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu- 29.11.2016 2014/597 E. 2016/452 K.” Dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için; failin bir kimseyi, kandırabilecek nitelikte hileli davranışlarla hataya düşürüp, onun veya başkasının zararına, kendisine veya başkasına yarar sağlaması gerekmektedir. Hile nitelikli bir yalandır. Fail tarafından yapılan hileli davranış belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun inceleme olanağını ortadan kaldıracak nitelikte bir takım hareketler olmalıdır. Kullanılan hileli davranışlarla mağdur yanılgıya düşürülmeli ve bu yanıltma sonucu yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya bir başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hilenin kandırıcı nitelikte olup olmadığı olaysal olarak değerlendirilmeli, olayın özelliği, fiille olan ilişkisi, mağdurun durumu, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmalıdır…
……
Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Fail kendisine veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile fiil arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçütler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik zarar olmalıdır.”
Dolandırıcılık suçunun nitelikleri hallerinden birinin gerçekleşmesi halinde üç yıldan on yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Ayrıca nitelikli hallerden ; Kamu kurum ve kuruluşlarının zararına olarak, Bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle, Banka veya diğer kredi kurumlarınca tahsis edilmemesi gereken bir kredinin açılmasını sağlamak maksadıyla, Sigorta bedelini almak maksadıyla, Kişinin, kendisini kamu görevlisi veya banka, sigorta ya da kredi kurumlarının çalışanı olarak tanıtması veya bu kurum ve kuruluşlarla ilişkili olduğunu söylemesi suretiyle işlenmesi hallerinde verilen hapis cezası alt sınırı dört yıldan, adli para cezasının miktarı suçtan elde edilen menfaatin iki katından az olamamaktadır.
Ceza avukatı İstanbul da ve bir çok ilde bulunan ceza mahkemelerinde savunma avukatı olarak yer almaktadır. Savunma hakkının korunması ve adil yargılanmanın temini olarak ağır ceza avukatı ceza yargılamasında önem taşımaktadır.
Aktüeryal hesaplamalar tazminat hukukunun önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Aktüeryal hesaplamalar insanların doğum, ölüm, sakatlık, hastalık emeklilik gibi durumlarının yaşam tabloları çerçevesinde finansal etkilerini ifade etmektedir. Kaza, haksız fiil, yangın, sel, mücbir sebep vb. sonucuna kişilerin uğramış oldukları bir takım alacak kalemleri mahkemeler tarafından aktüeryal bilirkişilere hesaplatılmaktadır.
Aktüeryal hesaplama yapan bilirkişiler, kişilerin tüm özellikleri, kusurları, olayların riskleri vs. tüm hususları göz önünde bulundurarak teknik hesaplamalar yaparken, Yargıtay uygulamalarıyla belirlenen ilkelere de uymak zorundadır.
Aktüeryal hesaplamalar yapılırken yaşam tabloları üzerinden kişilerin ortalama bakiye ömürleri dikkate alınmaktadır. PMF 1931, TRH 2010 ve CSO 1980 olmak üzere uygulanan 3 farklı yaşam tablosu bulunmaktadır. Sigorta şirketlerinin tazminat hesaplamalarında farklı tabloları kullanmaları söz konusu olabilmektedir. Ancak Yargıtay’ın uygulamalarında PMF 1931 yaşam tablosu kabul edilmektedir. Bu sebeple yargılama aşamasında yapılan aktüeryal hesaplamalarda bilirkişiler de bu yaşam tablosunu baz alarak teknik hesaplamalar yapmalıdırlar. İşçi ya da trafik kazasının mağduru hak sahiplerinin haksız fiil sorumlularına karşı açtıkları tazminat davalarında istisnasız PMF 1931 yaşam tablosu esas alınmakta, davacının tazminat talepleri bu yaşam tablosu baz alınarak hesaplanmaktadır. Aksi halde; bu ilkeye uyulmadan düzenlenen rapora dayanılarak yerel mahkeme tarafından karar verilse dahi, Yargıtay tarafından karar bozulacak ve yargılama uzayacaktır.
Yargıtay iş kazaları rücu davasında TRH 2010 yaşam tablosunun uygulanacağını kabul ederek, PMF 1931 uygulamasına tek bir istisna getirmiştir.
Trafik kazası sebebiyle uyğranılan zararların tazmini talebi ile açılan davalarda bedensel zarralar, Tedavi giderleri (sosyal güvenlik kurumundan alınamayan zararlar), Kazanç kaybı, Çalışma gücünün azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıplar, Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar, manevi zararların tazmini talep edilebilir. Bu alacak kalemlerinin hesaplanması aktüeryal bilirkişiler tarafından tarafların kusurları da göz önünde bulundurularak hesaplanmaktadır.
Bilgin Hukuk Bürosu
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
P.M.F. (Yaşam Tablosu – 1931)
Yaş | BakiyeOrtalama Ömür | Yaş | BakiyeOrtalama Ömür | Yaş | BakiyeOrtalama Ömür |
0 | 56.64 | 30 | 37.50 | 60 | 14.89 |
1 | 60.60 | 31 | 36.70 | 61 | 14.23 |
2 | 60.58 | 32 | 35.90 | 62 | 13.59 |
3 | 59.97 | 33 | 35.10 | 63 | 12.97 |
4 | 59.22 | 34 | 34.29 | 64 | 12.35 |
5 | 58.41 | 35 | 33.49 | 65 | 11.75 |
6 | 57.57 | 36 | 32.69 | 66 | 11.17 |
7 | 56.71 | 37 | 31.90 | 67 | 10.51 |
8 | 55.83 | 38 | 31.10 | 68 | 10.05 |
9 | 54.93 | 39 | 30.31 | 69 | 9.50 |
10 | 54.03 | 40 | 29.73 | 70 | 8.98 |
11 | 53.11 | 41 | 28.73 | 71 | 8.47 |
12 | 52.19 | 42 | 27.95 | 72 | 7.98 |
13 | 51.28 | 43 | 27.18 | 73 | 7.54 |
14 | 50.37 | 44 | 26.40 | 74 | 7.08 |
15 | 49.49 | 45 | 25.64 | 75 | 6.88 |
16 | 48.62 | 46 | 24.78 | 76 | 6.25 |
17 | 47.78 | 47 | 24.12 | 77 | 5.86 |
18 | 46.96 | 48 | 23.36 | 78 | 5.50 |
19 | 46.15 | 49 | 22.62 | 79 | 5.15 |
20 | 45.90 | 50 | 21.88 | 80 | 4.85 |
21 | 44.59 | 51 | 21.15 | 81 | 4.52 |
22 | 43.83 | 52 | 20.42 | 82 | 4.22 |
23 | 43.03 | 53 | 19.70 | 83 | 3.95 |
24 | 42.27 | 54 | 18.98 | 84 | 3.71 |
25 | 41.49 | 55 | 18.28 | 90 | 2.71 |
26 | 40.70 | 56 | 17.82 | 95 | 2.40 |
27 | 39.90 | 57 | 16.90 | 100 | 2.00 |
28 | 39.10 | 58 | 16.10 | 105 | 1.00 |
29 | 38.32 | 59 | 15.55 |
Tazminat avukatı istanbul
Trafik kazası tazminat davası avukat, tazminat davası avukatı istanbul
Trafik kazası davası avukat istanbul
Trafik kazası avukatı
Geçit hakkı Türk Medeni kanunu’nda düzenlenen irtifak haklarından biridir. Türk Medeni Kanunu 747 ve 748. maddelerinde düzenlenmiş, zorunlu geçit hakkı ‘taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malikin tam bir bedel karşılığında bu geçidin komşularından talep edilebilmesi’ olarak açıklanmıştır.
Geçit hakkı bir takım koşullara bağlı olmakla beraber komşuluk ilişkisine dayanmaktadır.
Bir taşınmaz malikinin komşu taşınmazdan geçit hakkı talep edebilmesi için, ilk olarak taşınmazın tapuya kayıtlı olması gerekir. Geçit hakkı sicile tescil ile kurulduğu için her iki taşınmazın da sicile kayıtlı olması koşulu aranmaktadır.
Geçit hakkının en az zarara uğrayacak komşudan talep edilmesi gerekmektedir. Örneğin arsanın sağ tarafındaki komşu taşınmazdan daha kısa mesafeden çıkma imkanı varken, diğer komşuya karşı geçit hakkı davası açılması halinde mahkeme bu hususu göz önünde bulunduracaktır. Bu durumda mahkeme diğer komşuya karşı da dava açması için süre verir ve daha sonrasında davaları birleştirerek en uygun taşınmaz yönünden davanın kabulüne veya tamamıyla reddine karar verir. Geçit hakkı davalarında bu hususlar mahkeme heyeti ile beraber yapılan keşifte incelenir ve değerlendirilir.
Geçit hakkı davasında kesintisizlik koşulu da söz konusudur. Kesintisizlik geçit hakkı talep edilen komşu taşınmazdan doğrudan genel yola çıkılabilmesidir. Doğrudan genel yola değil de bir, patikaya veya bir başka gayrimenkul arazisine çıkan bir geçit hakkının tesisi mümkün değildir.
Bu davalarda görevli ve yetkili mahkeme davaya konu taşınmazların bulunduğu yer Asliye Hukuk Mahkemesidir.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Bilgin Hukuk Bürosu
Gayrimenkul hukuku avukat
Taşınmaz avukatı
Geçit hakkı davası
Geçit hakkı avukat
Üsküdar’da avukat
Gayrimenkul avukatı İstanbul
” Özet: Davalının müteahhidin halefi olarak tapu malikinden tapu devrini istediği, böyle bir talepte bulunabilmesi için, kendi akdi muhatabı olan müteahhidin, tapu malikine karşı edimini yerine getirmiş olması gerektiği, ruhsatsız olarak bina yapan müteahhidin edimini yerine getirmiş olması söz konusu olamayacağından, davalının tapudan hisse talep etmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle, arsa sahibi mirasçılarına karşı açılan davanın reddine, davalının gerçek zararının müteahhitten tahsiline karar verildiği anlaşılmaktadır. Anılan bu dava ile, davalının dava konusu taşınmazda bir hak sahibi olmadığı belirlenmiştir. Bu durumda davalının kullanımının haklı ve geçerli bir nedene dayandığı söylenemeyeceğine göre, mahkemece tapu kaydı nedeniyle mülkiyet hakkına değer verilerek elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş olması doğru değildir. “
“
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş olup hükmün davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
K A R A R
Davacılar vekili, vekil edenlerinin murisi …’e ait ve tapuda adına kayıtlı 801 ada 26 parsel sayılı taşınmazın miras yoluyla vekil edenlerine intikal ettiğini, bu taşınmaz ile ilgili olarak muris ile müteahhit arasında noterde düzenlenmiş bir kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığını, ancak müteahhitin sözleşmeye uygun olarak inşaatı süresinde tamamlamadığını, bu nedenle sözleşmenin feshedildiğini, inşaatın geri kalan kısmının murisleri … tarafından kendi imkanları ile tamamlandığını, davalının ise müteahhit ile kendi aralarında yaptıklarını belirttiği bir satış vaadi sözleşmesini ileri sürerek 2004 yılında murislerine ait daireyi haksız olarak işgal ederek yerleştiğini, davalı ile müteahhit arasında yapılan sözleşmenin kendilerini bağlamadığını ileri sürerek, 801 ada 26 parsel sayılı taşınmazın 6 numaralı dairesine davalı tarafından gerçekleştirilen müdahalenin önlenmesine, davalının taşınmazdan tahliyesine, işgal tarihi olan 2004 yılından itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ecrimisilin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı, kendisi ile müteahhit arasında noterde düzenleme şeklinde satış vaadi sözleşmesinin imzalandığını, bu sözleşmenin davacıları bağladığını, inşaatın yarım bırakıldığı ve büyük bir kısmının davacıların murisi tarafından tamamlandığı iddiasının doğru olmadığını, daireyi duvarları örülmemiş olarak aldığını, 70.000 TL masraf ettiğini açıklayarak, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacıların murisi ile dava dışı müteahhit arasında kat karşılığı inşaat sözleşmesi düzenlendiği, müteahhidin sözleşmede kendisine isabet eden daireleri 3.kişilere satıp devrettiği, davalının da dava konusu taşınmazı müteahhitten satın aldığı, davacının daireyi satın aldığı tarihten beri içini yapıp oturduğu, ecrimisilin haksız fiil tazminatı olduğu, davalının ise satın alması nedenine dayalı olarak taşınmazda bulunduğu, kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi dava edilmemiş olduğuna göre koşullarının geçerli olup, satış bedelinin gerek davacılar gerekse müteahit tarafından davalıya ödenmediği de sabit olduğuna göre davacıların meni müdahale ve ecrimisil hakları bulunmadığı gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1. Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller Mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davacılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan ecrimisil talebine yönelik temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
2. Davacılar vekilinin elatmanın önlenmesi talebine yönelik temyiz itirazlarına gelince;
Dosya içeriği ve toplanan delillerden dava konusu eski 801 ada 26 parsel (yeni 988 ada 13 parsel) sayılı taşınmazın 7/12 hisse ile davacıların murisi … … adına kayıtlı olduğu, davalının 20.08.2008 tarihinde … 1. Tüketici Mahkemesinin 2008/107 Esas sayılı dosyası ile muris ile müteahhite karşı tapu iptali ve tescil ile tazminat davası açtığı, yapılan yargılama neticesinde taşınmaz üzerinde ruhsatsız olarak altı katlı bina yapıldığı, yasalara aykırı olarak ruhsatsız yapılan binanın bir dairesi için davalıya tapudan hisse verilmesinin hukuken mümkün olmadığı, kaldı ki davalının tapu maliki ile herhangi bir sözleşmesinin mevcut olmadığı, davalının müteahhidin halefi olarak tapu malikinden tapu devrini istediği, böyle bir talepte bulunabilmesi için, kendi akdi muhatabı olan müteahhidin, tapu malikine karşı edimini yerine getirmiş olması gerektiği, ruhsatsız olarak bina yapan müteahhidin edimini yerine getirmiş olması söz konusu olamayacağından, davalının tapudan hisse talep etmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle, arsa sahibi mirasçılarına karşı açılan davanın reddine, davalının gerçek zararının bilirkişi raporuna göre 48.000 TL olduğu gerekçesiyle, 48.000 TL’nin müteahhitten tahsiline karar verildiği, kararın 10.09.2013 tarihinde kesinleştiği anlaşılmaktadır. Anılan bu dava ile, davalının dava konusu taşınmazda bir hak sahibi olmadığı belirlenmiştir. Bu durumda davalının kullanımının haklı ve geçerli bir nedene dayandığı söylenemeyeceğine göre, mahkemece tapu kaydı nedeniyle mülkiyet hakkına değer verilerek elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş olması doğru değildir.
SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda (2) nolu bentte yazılı nedenlerle kabulüyle hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, davacılar vekilinin diğer temyiz itirazlarının yukarıda (1) nolu bentte yazılı nedenlerle reddine, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 06.03.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
Üsküdarda gayrimenkul avukatı
Emsal karar
Gayrimenkul hukuku
İnşaat Hukuku
Gayrimenkul hukuku avukatı
Gayrimenkul avukatı
Hizmet tespit davası bir diğer adıyla sigortalılığın tespiti davası, sigortaya bildirilmeksizin veya eksik bildirilerek çalışan işçi tarafından açılan bir tespit davasıdır. Bu dava ile işçi işverende çalışmış olduğu sürelerin tam maaşı ile sigortalılığının tespitini talep eder. İşveren ve sosyal güvenlik kurumuna karşı beraber açılması gereken bu davada sosyal güvenlik kurumu da davalı konumundadır.
Hizmet tespiti davası sonucunda işçi lehine karar verilmesi halinde, belirli bir tarih aralığı ve maaş tespiti ile beraber sigortalılık da tespit edilir. İşçi tarafından açılan sigortalılığın tespiti davasının kabulü ve iş mahkemesinin kararının kesinleşmesiyle beraber, işveren tespit edilen süreler ve maaş üzerinden işçinin sigorta primlerini borçlanmış olmaktadır. Bu prim borçlarıyla beraber işverenin sosyal güvenlik kurumuna para cezası ödemesi de söz konusu olmaktadır.
İşçi tarafından açılmak istenen hizmet tespit davasının çalışılan son yıldan itibaren 5 yıllık süre içerisinde açılması gerekmektedir. Bu süre hak düşürücü süredir.
İş hukuku avukatı, İş hukuku davası avukat, Üsküdarda avukat üsküdarda işçi avukatı işçi avukatı
Nafaka alacağı boşanma davasında talep edilebileceği (boşanmanın fer’isi) gibi, ayrı bir davanın da konusu olabilir. Nafaka tedbir nafakası, iştirak ve yoksulluk nafakası olarak üçe ayrılır. Tedbir nafakası boşanma davası devam ederken, yoksulluk çeken eş ve müşterek çocuğun bakım giderleri için eşlerden biri lehine hükmedilen nafakadır. Aile mahkemesi boşanma davasında ara karar ile davacı eş ve müşterek çocuk lehine boşanma davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar ödenmek üzere tedbir nafakasına hükmeder. Yargılama neticesinde hükmedilen nafaka ise; eş için yoksulluk nafakası ve çocuk için iştirak nafakasıdır.
Mahkemenin nafakaya hükmetmesine rağmen nafaka yükümlüsü eşin, nafaka borcunu ödememesi halinde bu kararın icraya konularak tahsil edilmesi gerekmektedir. Nafakanın icrasında bu noktada farklılıklar bulunmaktadır. Tedbir nafakası yerleşik yargıtay içtihatlarına göre ara karar ile verilmiş olduğundan ilam niteliği taşımamakta ve ilamların icrasına konu edilememektedir. Bu sebeple tedbir nafakası ilamlı icra değil, ilamsız icra ile takibe konu edilebilir.
İlamsız icra ile aleyhine takip başlatılan nafaka borçlusu 7 günlük süre içerisinde borca itiraz edebilmektedir. Bu durumda nafaka alacaklısı için yapılması gereken, itirazın iptali davası açmaktır. Bu davada yine Aile mahkemesi görevlidir. Nafaka alacaklısının talebi halinde itirazın iptali ile beraber kötü niyetli olarak itiraz eden borçlu aleyhine icra inkar tazminatına da hükmedilmektedir.
Boşanma davasında yargılama neticesinde eş için yoksulluk nafakasına ve çocuk için de iştirak nafakasına hükmedilmişse ve nafaka borçlusu borcunun ödemekten imtina ediyorsa ne yapılmalıdır? Öncelikle; icra takibine başlamak için mahkemenin yoksulluk ve iştirak nafakası hakkındaki kararının kesinleşmesi beklenmelidir. Kararın kesinleşmesinin ardından yoksulluk ve iştirak nafakası hakkındaki karar ilamlı icra takibine konu edilebilir. Bu durumda nafaka borçlusunun itiraz etme imkanı bulunmamaktadır.
Nafaka borcunu yerine getirmeyen nafaka borçlusu hakkında, nafaka alacaklısının şikayeti üzerine İcra Ceza Mahkemesi tarafından 3 aya kadar tazyik hapsine karar verilebilmektedir.
Boşanma davası ve nafaka davaları hakkında http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Ecrimisil davası bir malın maliki tarafından, malı haksız ve kötüniyetli olarak kullanan, işgal eden kişiye karşı açılarak, malın haksız ve kötü niyetli kullanımı sebebiyle tazminat talep edilen bir dava türüdür. Bu davada davalı haksız işgal eden kişidir.
Ecrimisil davasının açılabilmesi için ‘intifadan men’ denilen dava şartının yerine getirilmiş olması gerekmektedir. İntifadan men, haksız işgal edilen malın, asıl maliki tarafından kullanılmak, yararlanmak veya semerelerinden yararlanmak isteğini haksız işgal eden tarafa bildirmesini ifade etmektedir. İntifadan men koşulu hem dava şartı olması sebebiyle hem de, ecrimisil bedelinin hesaplanmasında tarih itibariyle dikkate alınması sebebiyle önem taşımaktadır. İntifadan men koşulu gerçekleşmemesi halinde istisnai durumlardan biri söz konusu değilse, mahkemeler tarafından ecrimisil davasının reddine karar verilmektedir.
İntifadan men koşulunun aranmadığı istisnai durumlar da vardır. Bu istisnalar Yargıtayın yerleşik uygulamalarıyla ortaya çıkmıştır ve uygulanmaktadır.
Bunlar;
1- Ecrimisil istenen taşınmazın bağ, bahçe gibi doğal ürün veren yada işyeri, konut gibi kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması,
2- Paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiası ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi,
3-Paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerinin belirli bulunması,
4-Davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin, elatmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılması.
5- Taşınmazın getirdiği ürün itibariyle de, kendiliğinden oluşan ürünler; biçilen ot, toplanan fındık veya muris tarafından kurulan işletmenin yahut, başlı başına gelir getiren işletmelerin işgali ve davaya konu taşınmazın kamu malı olması halinde intifadan men koşulunun oluşmasına gerek bulunmamaktadır.
Bilgin Hukuk Bürosu
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Gayrimenkul hukuku avukat Ecrimisil davası avukat Ecrimisil tazminatı avukatı Üsküdarda avukat Ümraniyede avukat
Noterden gönderilen ihbarnamelerin gönderildiği duruma içerdiği konuya göre amacı farklılık gösterebilir. Genel olarak iş akdinin feshi, kira sözleşmesinin feshi gibi durumlarda noterden ihtarname gönderilmektedir. Sayısız pek çok durum için olaya özgü içerikle noterden ihtarname gönderilebilmektedir.
Noterden gönderilen ihtarname eline ulaşan kişi, ihtarnamede ileri sürülen doğru olmadığını düşündüğü şeylere karşı cevabi bir ihtarname ile itiraz edebilir. İhtarnameye itiraz etmezsem ne olur? İhtarnameye itiraz etmek zorunda mıyım? İhtarnameye cevap vermezsem kabul etmiş sayılır mıyım? gibi sorular sıkça sorulmaktadır. Genel hukuk kuralları gereği susmak ikrar anlamına gelmemektedir. Örneğin bir dava dilekçesine süresinde veya hiç cevap vermeyen davalı davadaki aleyhine iddiaları kabul etmiş sayılmamaktadır. Aynı durum noterden gönderilen ihtarnameler için de geçerlidir. Noterden ihtarname gönderilen kişi bu ihtarnamedeki iddialara cevap verebileceği gibi, sessiz de kalabilir ve bu durum aleyhine olan iddiaları kabul ettiği anlamına gelmez.
Noterden gönderilen ihtarnameye cevap vermek, itiraz etmek isteyen kişi noterden cevabi ihtarname gönderebilir. Bu durum ileride açılması muhtemel olan davada dayanmak istediği iddialar yönünden elinin güçlenmesini sağlayabilmektedir. Ancak; gönderilmemesi halinde de kendisine itham edilen haksız iddiaları kabul ettiği anlamına gelmemektedir.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2014/34616 E. 2016/10483 K. sayılı 26.4.2016 tarihli kararında da ihtarnameye cevap vermeyen davacı işçinin, iş akdinin işveren tarafından haklı olarak feshedildiğinin kabulü anlamına gelmeyeceği belirtilmiştir. “ÖZET : Dava, işçilik alacakları istemine ilişkindir. İş sözleşmesinin tazminat gerektirmeyecek şekilde sona erdiğini ispat yükümlülüğü işverene aittir. Her ne kadar mahkemece davacının ihtarnameye cevap vermemesi haklı fesih olgusuna gerekçe olarak gösterilmiş ise de, söz konusu ihtarname eldeki davanın açılmasından sonra tebliğ edilmiş olup, davacının ihtarnameye cevap vermemesi haklı feshe gerekçe oluşturmamaktadır. “
İş hukuku avukatı, işçi avukatı, işçi hakları, ihtarname, ihtarnameye cevap, ihtarnameye itiraz, noterden gönderilen ihtarname.
Ecrimisil bir malı haksız olarak kullanan kişinin hak sahibine ödemesi gereken haksız işgal tazminatı olarak tanımlanabilir. Ecrimisil alacağı nasıl hesaplanır? Söz konusu malın kullanımından gelen gelir, yahut da söz konusu malın emsal kira bedellerine göre mahkeme tarafından görevlendirilen teknik bilirkişilerce hesaplanmaktadır. Ecrimisil davasında ecrimisil alacağının hesaplandığı bilirkişi raporuna itiraz ederek ek rapor almak mümkündür. Ecrimisil alacağına haksız işgal tazminatı, ecrimisil tazminatı da denilmektedir.
Ecrimisil davası mal üzerinde hak sahibi olan kişi tarafından, malı malikinin rızası olmaksızın ve herhangi bir hukuki hakka dayanmaksızın kullanan, işgal eden kötüniyetli kişiye karşı açılır. Bu kişiye haksız işgalci veya fuzuli şagil de denilmektedir. Haksız işgalci olan kişinin dışarıdan bir 3. kişi olması şart değildir. Örneğin üzerinde kendisinin de miras hakkı olduğu halde, mirasçılardan biri malı haksız olarak işgal etmekteyse bu kişi de haksız işgalci olacaktır ve kendisine karşı ecrimisil davası açılabilecektir. Bu durum mirasçılar arasında ecrimisil davası açılabileceğine örnektir.
Haksız işgal pek çok farklı durumda söz konusu olabilmektedir. Haksız yapı, taşkın yapı, kira ilişkisi sona ermesine rağmen malın teslim edilmemesi durumlarında da ecrimisil davası açılabilmektedir. Söz konusu örnekler çoğaltılabilmektedir ancak, benzer olaylarda ecrimisil davası avukatı danışmanlığı ile açılmalıdır.
Ecrimisil davasında zamanaşımı : Ecrimisil alacağı dava tarihinden itibaren geriye dönük 5 yıl olarak talep edilebilir. 5 yıldan önceki sürelere ait ecrimisil alacağı zamanaşımına uğramaktadır.
Ecrimisil davası açmadan evvel intifadan men koşulu gerçekleşmiş olmalıdır. Dava açılamadan evvel, hak sahibi tarafından haksız işgalciye bir ihtarname çekilerek haksız işgale son vermesi ihtar edilmelidir. Bu şart gerçekleşmeksizin açılan ecrimisil davası usulden reddedilmektedir.
Ecrimisil davasında davanın açılacağı görevli ve yetkili mahkemenin belirlenmesi, uygulanacak hukuk kurallarının ileri sürülmesi, delillerin tespiti ve mahkemede kullanılması gibi pek çok usul kuralları ecrimisil davası avukatı tarafından incelenmeli, usule uygun olarak yapılmalıdır. Ecrimisil tazminatı avukat desteği olmaksızın açılan davalarda hak kaybı ile sonuçlanabilmektedir. Bu sebeple bir ecrimisil avukatından mutlaka profesyonel destek alınmalı, dava avukat vasıtası ile dava takip edilmelidir. Hukuk büromuzda ecrimisil davaları hakkında avukatlık hizmetleri verilmektedir. https://fatmatugcebilgin.av.tr/
Ecrimisil alacağı müdahalenin men’i veya tapu iptal davası ile beraber talep edilebilmekle beraber, ayrı ayrı ya da bu davaların sonuçlanması akabinde ayrı dava olarak da açılabilmektedir.
“Asıl ve birleşen davanın ecrimisil miktarının hesaplanmasında, kira geliri üzerinden ecrimisil belirlendiği, taşınmazın dava konusu ilk dönemde mevcut haliyle serbest şartlarda getirebileceği kira parası, emsal kira sözleşmeleri ile karşılaştırılarak, taşınmazın büyüklüğü, niteliği ve çevre özellikleri de nazara alınarak yöredeki rayiçe göre belirleneceği, sonraki dönemler için ecrimisil değeri ise ilk dönem için belirlenen miktara ÜFE artış oranının tamamının yansıtılması suretiyle bulunacak miktardan az olmamak üzere takdir edileceği ilkesine aykırı yöntem kullanılması ve her döneme karşılık gelen ecrimisil miktarı ile, her dönem sonu faiz başlangıç tarihi ayrı ayrı gösterilmek suretiyle hüküm kurulması gerektiğinden /ozma kararı verilmiştir. “ ( Yargıtay 8. HD. 2018/2889 E. 2019/335 K. 14/01/2019)
“Gerek öğretide ve gerekse yargısal uygulamalarda ifade edildiği üzere ecrimisil, diğer bir deyişle haksız işgal tazminatı, zilyet olmayan malikin, malik olmayan kötüniyetli zilyetten isteyebileceği bir tazminat olup, 08.03.1950 tarih ve 22/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; fuzuli işgalin tarafların karşılıklı birbirine uygun iradeleri ile kurduğu kira sözleşmesine benzetilemeyeceği, niteliği itibarı ile haksız bir eylem sayılması gerektiği, haksız işgal nedeniyle oluşan zararın tazmin edilmesi gerekeceği vurgulanmıştır.
Ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimi olması nedeniyle, en azı kira geliri karşılığı zarardır. Bu nedenle, haksız işgalden doğan normal kullanma sonucu eskime şeklinde oluşan olumlu zarar ve kullanmadan kaynaklanan olumlu zarar ile malik ya da zilyedin yoksun kaldığı fayda (olumsuz zarar) ecrimisilin kapsamını belirler. Haksız işgal, haksız eylem niteliğindedir (YHGK’nin 25.02.2004 gün ve 2004/1-120-96 sayılı kararı).
Öte yandan; ecrimisile hükmedilebilmesi için,t aşınmazdan davacı tarafın ne şekilde ekonomik gelir elde ettiği hususunun ispatı zorunlu olmadığı gibi haksız olarak kullanılan taşınmazın ekonomik tahsis amacı itibariyle gelir getirmeye özgülenmemiş olması dahi sonuca etkili değildir. Somut olaya gelince, dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu ada parsel sayılı taşınmazın kayden davacıya ait olduğu, … 4. Aile Mahkemesinin 07.04.2009 tarih ve 2008/625 Esas-2009/319 Karar sayılı ilamı ile boşandıkları, boşanma ilamının 19.06.2009 tarihinde kesinleştiği, davacının 06/07/2009 tarihinde ihtarname keşide ederek davalının haksız müdahalesinin tebliğden itibaren üç gün içinde giderilmesini ihtar ettiği, ihtarnamenin 10/07/2009 tarihinde muhataba tebliğ edildiği anlaşılmaktadır.
İhtarnamenin tebliğinden itibaren davalının iyiniyetli olduğu kabul edilemeyeceğinden 13/07/2009 tarihinden itibaren ecrimisile hükmedilmesi doğru ise de, verilecek ecrimisil bedeli dava tarihini geçemez. Yargılama Hukukumuza göre, yargılama yapılarak hüküm altına alınabilecek talep, dava tarihinde gerçekleşen hakları kapsamaktadır. Hakkın doğması koşulu ile konusu sürekli edime ilişkin; nafaka, kira, dava tarihinden sonra gerçekleşen faize, TBK.122/2 hükmüne göre munzam zarara ilişkin haklar dışında dava tarihinden sonra gerçekleşen hakkın hüküm altına alınması olanağı kural olarak yoktur.
Nitekim, ecrimisil davalarında; alacağa dava tarihine kadar geçen süre için hükmedilebilir. Dava tarihinden sonraki dönem için, yeni bir dava açılmadıkça; ıslah yolu ile de olsa talepte bulunulamaz. Zira, ıslah taraflardan birinin yapmış olduğu hukuki işlemin düzeltilmesidir. müddeabihin artırılması da dava dilekçesindeki talep miktarının ıslahıdır. Dolayısıyla, ıslah edilen dava açılan davanın devamıdır.
O nedenle mahkemece, 13/07/2009 tarihinden dava tarihine kadar olan dönem için ecrimisile karar verilmesi gerekirken, dava tarihinden,13/08/2013 tarihine kadar geçen süre için ecrimisil hesabı yapılıp hüküm altına alınmış olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.” (Yargıtay 8. HD. 2018/2813 E. 2019/416 K. 16/01/2019)
“Özet: Mahkemece; kademeli faize hükmedilmişse de her döneme karşılık gelen ecrimisil miktarı ile kademeli her dönemin faizinin başlangıç tarihi gösterilmemiş olup, bu haliyle hükmün infaza elverişli olmaması ve mahkemece eksik yargılama giderlerine hükmedilmesi bozmayı gerektirmiştir. “ (Yargıtay 8. HD. 2018/2825 E. 2019/301 K. 14/01/2019)
Özet: Dava, ecrimisil istemine ilişkindir. İlke olarak, kira geliri üzerinden ecrimisil belirlenmesinde, taşınmazın davaya konu ilk dönemde mevcut haliyle serbest şartlarda getirebileceği kira parası, emsal kira sözleşmeleri ile karşılaştırılarak, taşınmazın büyüklüğü, niteliği ve çevre özellikleri de nazara alınarak yöredeki rayiçe göre belirlenir.
Sonraki dönemler için ecrimisil değeri ise ilk dönem için belirlenen miktara ÜFE artış oranının tamamının yansıtılması suretiyle bulunacak miktardan az olmamak üzere takdir edilir.
Çekişmeli 6 Sayılı parselin tapu kaydının tüm tedavülleri ile birlikte getirtilmesi davalı K… Gıda Turizm Danışmanlık ve Tic. Ltd. Şti ile davalı Avea İletişim Hizmetleri A.Ş. davaya konu parsele yönelik yapılan bir sözleşmenin bulunmadığı gözetilerek davalı K… Gıda Turizm Danışmanlık ve Tic. Ltd. Şti bakımından davanın reddine karar verilmesi, davalı Avea İletişim Hizmetleri A.Ş.’nin baz istasyonunu hangi tarihte çekişme konusu taşınmaza kurduğunun açıklığa kavuşturulması ve bu tarihten itibaren, davacıların istek tarihi de dikkate alınarak. Yukarıdaki ilkler uyarınca ecrimisilin belirlenmesi ve belirlenecek ecrimisilin de davalı Avea İletişim Hizmetleri A.Ş.’den tahsiline karar verilmesi gerekir.” (Yargıtay 8. HD. 2015/15496 E. 2016/5188 K. 27/04/2016)
Randevu almak için sitemizde yer alan iletişim bilgilerinden bizimle iletişime geçebilirsiniz. https://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
https://www.istanbulbarosu.org.tr/BaroLevhasi.aspx
Tapu iptal davası ecrimisil, Ecrimisil avukatı, Ecrimisil davası avukatı Ecrimisil alacağı avukat istanbul İstanbul’da Ecrimisil avukatı. Gayrimenkul hukuku üzerine başkaca yazılarımızı okumak için sayfamızı ziyaret edebilirsiniz : https://fatmatugcebilgin.av.tr/category/gayrimenkul-hukuku/
İstanbul’da ecrimisil davası kamulaştırma işlemleri ve kamulaştırma avukatı hakkında tarafımızla iletişime geçebilirsiniz.
Tapu iptal davası avukat
Tasarrufun iptali davası İcra İflas Kanunu’nun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş özel bir dava türüdür. Bu dava türü alacaklılarından mal kaçırmak kastıyla menkul ve gayrimenkullerini elden çıkaran borçluya karşı bazı şartların varlığı halinde alacaklıyı koruyan bir dava türüdür.
Öncelikle bu davanın açılması için alacaklının hali hazırda başlatmış olduğu bir icra takibi olmalı ve bu icra dosyası borçlunun hiç veya borcu karşılayacak yeterli mal varlığının bulunmamalıdır. Şayet alacaklının alacağını karşılar kıymette bir taşınmazı varken, devrettiği başka bir taşınmazı için mal kaçırmak kastı ile devrettiği iddiası bu davanın açılması için yeterli koşulları sağlamamaktadır. Bahsetmiş olduğumuz bu durum borçlunun aciz hali içinde olmasıdır, tasarrufun iptali davasında ise bu koşul icra müdürlüğünden alınan aciz vesikası ile belgelendirilmektedir. Tasarrufun iptali davası açılabilmesi için özel bir dava şartı olan aciz vesikası veya geçici aciz vesikası hükmünde haciz tutanağı mahkemeye sunulmalıdır.
İcra İflas Kanunu m.278, 279 ve 280 hükümleri 3 başlık altında tasarrufun iptali davası sebeplerini düzenlemektedir. Bir tasarrufun iptali davasında sebeplerden yalnız birine veya mevcut ise birden fazla sebebe dayanmak mümkündür. Yargıtay uygulamasına göre; davacı İİK. da düzenlenen sebeplerden birine dayanmış ise, mahkemece bu sebebin gerçekleşmediğinin tespiti halinde dava dilekçesinde dayanılmamış olan diğer sebeplerden birine istinaden de tasarrufun iptaline karar verilebilmektedir. Yargıtay’ın bu uygulaması hukuk yargılamasında taraflarca getirilme ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilir, çünkü Yargıtay bu durumda ilk derece mahkemesinin diğer sebeplerin gerçekleşip gerçekleşmediğini re’sen araştırmakla görevli olduğunu belirtmektedir.
İcra İflas Kanunu’nun 278. maddesinde ivazsız tasarrufların butlanını, 279. maddesi acizden dolayı butlanı, 280. maddesi ise zarar verme kastından dolayı iptali düzenlemektedir. Bu maddelerin her biri farklı koşulları barındırmaktadır, bu sebeple dava açmadan önce her bir butlan sebebi ayrı ayrı değerlendirilmeli ve olayımıza uygun olan hukuki sebep doğru olarak tespit edilmelidir.
Tasarrufun iptali davalarında uygulanacak yargılama usulü basit yargılama usulüdür. Basit yargılama usulünde cevaba cevap ve 2. cevap dilekçeleri verilmez, yalnızca dava ve cevap dilekçeleri ile dilekçeler teatisi tamamlanır.
Yargıtay 17. Hukuk Dairesinin uygulamasına göre; İİK. 277 ve devamı maddeleri uyarınca açılan bir tasarrufun iptali davasında ayrıca Borçlar Kanununda düzenlenen muvazaa sebebine de dayanılması mümkündür. Bu durumda da İİK. 283/1 hükmü kıyasen uygulanacaktır.
Dava dilekçesinde veya sonradan yargılama esnasında talep edilmesi halinde mahkeme iptal davasının konusu olan malvarlığı üzerinde ihtiyati haciz uygulanmasına karar verebilir. İhtiyati haciz kararı mahkemece takdir edilecek belirli bir teminat karşılığında verilir, uygulamada genellikle dava değerinin (alacak miktarı) %15’i olarak teminat bedeli belirlenmektedir.
Davacının usulüne uygun açmış olduğu tasarrufun iptali davasında mahkemece davanın kabülüne karar verilmesi halinde, tasarrufun iptaline ilişkin karar malvarlığının aynına ilişkin değildir. Mahkemece davacı alacaklıya, alacaklı olduğu icra dosyası üzerinden söz konusu malvarlığını (menkul veya gayrimenkul) satışa çıkararak alacağını tahsil etme yetkisi verilmektedir.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
İcra avukatı İstanbul
Bu hususta Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin Kararı;
RADYASYON GÖREVLİSİ • FİİLİ HİZMET ZAMMI
ÖZET: Radyasyon görevlisi olarak çalışan davacının fiili hizmet zammından yararlanması gerekir.
Y. 10. HD E: 2018/1274 K: 2018/6931 T:24/09/2018
Eldeki davada, davacı, petrol arama, çıkarma, nakli ile uğraşan davalı işverene ait işyerinde yer altının röntgeninin çekildiği log servisinde çalıştığını beyan ederek 5510 sayılı Kanun ile yürürlüğe giren 40. madde-nin (11) numaralı sırasındaki “Kapsamdaki İşler/İşyerleri” başlığı altında“Radyoaktif ve radyoiyonizan maddelerle yapılan işler”, “Kapsamdaki Sigortalılar” başlıklı bölümde de “Doğal ve yapay radyoaktif, radyoiyonizan maddeler veya bütün diğer korpüsküler emanasyon kaynakları ile yapılan işlerde çalışanlar” hükmü gereği 15.01.2009 tarihinden itibaren fiili hizmet süresi zammının tespitini istemiş olup mahkemenin davanın kabulüne yönelik verilen hükmü, dairemizin, 2016/8781 Esas, 2016/12766 Karar sayılı ilamı ile bozulmuş olup bozma sonrası yapılan yargılama neticesinde davanın reddine dair hüküm tesis edilmiştir.Davacının, log servisinde operasyon işçisi olarak çalıştığı dosya kapsamındaki belgelerden anlaşılmakla, dosya içine alınan bilirkişi raporun-daki tespitler doğrultusunda, davacının radyosyan görevlisi olduğu ve bu kişilerin 5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinde yer alan 11. fıkra kapsamına girdikleri belirlenmiştir.Mahkemece, 10.10.2017 havale tarihli ek raporda belirlenen, 5510 sayılı Kanunun 40. maddesinde, belirtilen iş yerlerinde ve işlerde çalışan sigortalıların prim ödeme gün sayılarına, bu iş yerlerinde ve işlerde geçençalışma sürelerinin her 360 günü için karşılarında gösterilen gün sayı-larının, fiili hizmet süresi zammı olarak ekleneceği, 360 günden eksik sürelere ait fiili hizmet süresi zammı, 360 gün için eklenen fiili hizmet süresi ile orantılı olarak belirleneceği hususu gözetilerek hesaplanan sü-reler kabul edilmeliyken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.Bu maddi ve hukuki olgular göz önünde bulundurulmaksızın, mah-kemece eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi, usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.O hâlde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
İşçi hakları , işçi avukatı
Limited Ortaklıklarda ortaklıktan çıkma ve çıkarılma mümkündür. Bu konuda daha önce yazmış olduğumuz yazımız için : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/12/26/limited-sirketlerde-cikma-ve-cikarilma/
Ortaklıktan çıkma veya çıkarılma halinde ortaklık dışında kalan ortağa esas sermaye payının karşılığı olan bir değer ödenmesi gerekir. TTK m. 641 bu hususu düzenlemiştir. “Ortak şirketten ayrıldığı takdirde, esas sermaye payının gerçek değerine uyan ayrılma akçesini istem hakkını haizdir.” Bu hükümden anlaşılacağı üzere ayrılma akçesinin diğer bir adıyla pey akçesinin ortağın esas sermaye payının gerçek değerine eşit bir miktar olması gerekir. Ayrılma akçesinin miktarı tam olarak nasıl belirlenecektir?
TTK. 642. maddesinin 3. fıkrasında “Ayrılan ortağın ayrılma akçesinin ödenmeyen kısmı, şirkete karşı, bütün alacaklılardan sonra gelen bir alacak oluşturur.” denmiştir. Bu hüküm ile limited ortaklığın ortaklık alacaklıları korunmak istenmiştir. Zira ortaklık alacaklıları alacaklarını yalnızca ortaklıktan tahsil edebilir, ortakların malvarlığına başvurma imkanı yoktur. Bu sebeple ortaklık borçluları güvence altına alınmıştır, aksi halde ticari hayat güvenilmez bir hal alacaktır.
Ayrılma akçesinin serbestçe tasarruf edilebilecek yedeklerden ödenmesi gerekir. Esas sermayenin çıkan/çıkarılan ortağa aynen iade edilmesi olarak düşünülmemelidir.
Ayrılma akçesi ne zaman muaccel hale gelir? Kanun, yıllık raporda kullanılabilir özkaynak tutarının tespiti ile muaccel hâle geleceğini belirtmiştir.
Ayrılma akçesine ilişkin TTK. 641. hükmü emredici niteliktedir, şirket esas sözleşmesi ile aksi kararlaştırılamaz. Ortaklıktan çıkan veya çıkarılan ortak esas sermaye payını ve bu payın getirdiği karı, çıkma (veya çıkarılma) ile birlikte kaybetmektedir. Bu sebeple; çıkan veya çıkarılan ortak için esas sermayesine karşılık bir bedel ödenmesi gerekmektedir. Ortaklıktan çıkan veya çıkarılan ortağın ortaklıktan ayrılma akçesi, diğer bir adıyla pey akçesi talep edebilmesi için mahkeme kararına lüzum yoktur. Zira; kanunun emredici hükmü gereği ayrılma akçesi talep etme hakkına sahiptir. Çıkma veya çıkarılmanın mahkeme kararı ile gerçekleştiği hallerde mahkemeden aynı zamanda ayrılma akçesi miktarının da tespit edilmesi talep edilebilir. Ayrılma akçesi kanunun emredici hükmü ile belirlenmiş olduğu için ortaklık sözleşmesi ile ortadan kaldırılması veya ayrılma akçesi istenemeyeceği yönünde hüküm konulması bu hakkı ortadan kaldırmaz.
Yargıtay bir kararında; çıkma davasında davacı ortağın esas sermaye payının devrini isteme yetkisinin bulunmadığına ancak, ayrılma akçesinin tespit edilmesini talep edebileceğine karar vermiştir (Yargıtay 11. HD, 07.12.2015, E. 2015/5541, K. 2015/13068)
Ortaklardan birinin çıkma veya çıkarılma sebebiyle ortak vasfının sona ermesi halinde, diğer ortaklarla anlaştığı bir miktar üzerinden ayrılma akçesini alabilir. Ancak; taraflar (yani çıkan veya çıkarılan ortak ile ortaklık) esas sermayenin gerçek değerin belirlenmesinde, dolayısıyla ayrılma akçesinin miktarının belirlenmesinde anlaşmazlığa düşerlerse esas sermayenin gerçek değerinin tespitini mahkemeden talep edebilirler. Çünkü pey akçesi yani ayrılma akçesi esas sermaye payının gerçek değeri üzerinden belirlenmektedir. TTK. m.497 “Kanunda veya şirket sözleşmesinde esas sermaye payının bedeli olarak gerçek değerin öngörüldüğü durumlarda, taraflar anlaşamamışlarsa bu değer, taraflardan birinin istemi üzerine, şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesince belirlenir. Mahkeme, yargılama ve değer belirleme giderlerini kendi takdirine göre paylaştırır. Mahkemenin kararı kesindir.” hükmü ile esas sermayenin gerçek değerinin tespitinin mahkeme kararı ile yapılabileceğini düzenlemiştir. Mahkeme ticaret hukuku uzmanı bilirkişilere teknik hesaplama yaptırarak bu değeri tespit edecektir.
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 07.12.2015 tarihli bir kararında; ‘Davacının çıkma davasında esas sermaye payının devrini isteme yetkisinin bulunmadığına; ancak, ayrılma akçesinin tespit edilmesini talep edebileceğine‘ karar vermiştir (T. 07.12.2015, E. 2015/5541, K. 2015/13068) Çıkma davasında ayrıca talep edilmediği halde ayrılma akçesinin de tespit edildiği karar örnekleri bulunmaktadır. ( Y. 11. HD, 17.09.2015, E. 2015/2122, K. 2015/9396; Y. 11. HD, 07.12.2015, E. 2015/5541, K. 2015/13068)
Ayrılma akçesinin borçlusu ortaklar değil, limited ortaklıktır. Dolayısıyla tarafların aralarında anlaşarak kararlaştırdığı veya mahkeme kararı ile tespit edilen tutarın, ortakların mal varlığından tahsil edilmesi mümkün değildir.
Ayrılma akçesi nakit olarak ödenebilir, ancak nakit olarak ödenmesi şart değildir. Ayrılma akçesine karşılık olarak başka bir şirketin pay senedi veya başka bir menkul değeri olarak da verilmesi mümkündür.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Şirket avukatı, Ticaret Hukuku avukatı, Ayrılma akçesi, Pey akçesi, Limited Ortaklık,
Yoksulluk nafakası Madde 175- Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz.
Maddî tazminat ve yoksulluk nafakasının toptan veya durumun gereklerine göre irat biçiminde ödenmesine karar verilebilir.
İrat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafaka, alacaklı tarafın yeniden evlenmesi ya da taraflardan birinin ölümü hâlinde kendiliğinden kalkar; alacaklı tarafın evlenme olmaksızın fiilen evliymiş gibi yaşaması, yoksulluğunun ortadan kalkması ya da haysiyetsiz hayat sürmesi hâlinde mahkeme kararıyla kaldırılır.
Tarafların malî durumlarının değişmesi veya hakkaniyetin gerektirdiği hâllerde iradın artırılması veya azaltılmasına karar verilebilir. Hâkim, istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen maddî tazminat veya nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
Hâkim istem hâlinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen nafakanın gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.
Bu yazımızda örnek Yargıtay kararlarına yer vereceğiz. Yargıtay kararları ilk derece mahkemesi olan iş mahkemelerinde görülen davalarda emsal teşkil etmekte, kanunun açıkça ifade etmediği veya boş bıraktığı noktalarda uygulama alanı bulmaktadır.
İş hukuku uygulamaları emsal Yargıtay kararları ile şekillenmektedir.
” İş kanunu 25.maddesinin 2.Bendinin (d) fıkrasına göre, işçinin işverene veya ailesine karşı şeref ve namusuna dokunacak sözler söylemesi veya davranışlarda bulunması ya da işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunması veya işçinin işverene veya aile üyelerinden birine sataşması haklı fesih nedeni olarak sayılmıştır.
Çağdaş iş hukuku bir taraftan uluslararası sözleşmeler, diğer taraftan Avrupa Normları, işçinin huzur içinde işini görmesi, emeğinin karşılığını alması, çalışma ilişkisinin karşılıklı güvene dayanan tam bir uyum içerisinde olmasını amaçlamıştır. … “
5362 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinde belirtilen esnaf ve sanatkâr faaliyeti kapsamında kalan işyerinde üç kişinin çalışması halinde. 4857 sayılı Yasanın 4 üncü maddesinin (ı) bendi uyarınca, bu işyeri İş Kanununun kapsamının dışında kalmaktadır. Maddede üç işçi yerine “üç kişi”den söz edilmiştir. Bu ifade, işyerinde bedeni gücünü ortaya koyan meslek ve sanat erbabını da kapsamaktadır. İşinde bedeni gücü ile çalışmakta olan esnaf dahil olmak üzere toplam çalışan sayısının üçü aşması durumunda işyeri 4857 sayılı Yasaya tabi olacaktır.
Somut uyuşmazlıkta; Mahkemece talep edilen alacaklar yönünden işin esasına girilerek kabul kararı verilmişse de öncelikle yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler ve ilkeler çerçevesinde fesih tarihi itibariyle davalı işveren nezdinde çalışan isçi sayısı, işverenin işyerinde kendi bedeni gücü ile bizzat çalışıp çalışmadığı, işyerinin niteliği ve buna bağlı olarak görev yönünden araştırma yapılması gerekmektedir.
Zira dosya içerisinde fesih tarihine en yakın aralık 2013 yılına ait ücret bordrosunda davalı işyerinde 2 kişinin çalıştığı anlaşılmaktadır. İşveren gerçek kişi olup çalışan sayısı ve işyerinin niteliği mahkemece saptanmamış, işverenin esnaf olup olmadığı ve buna bağlı olarak görevli olup olmadığı belirlenmeden karar verilmiştir.
Mahkemece yapılacak iş; yukarıdaki esaslar uyarınca davalı işverenin esnaf statüsünde olup olmadığını ve buna bağlı olarak mahkemenin görevli olup olmadığını saptamaktır. Görev hususu değerlendirilmeden karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir..”
“..Uyuşmazlık, taraflar arasındaki ilişkinin 4857 sayılı İş Kanunu kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.4857 sayılı Kanun’un 4. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi uyarınca, elli’den az işçi çalıştırılan (elli dahil) tarım ve orman işlerinin yapıldığı iş yerlerinde veya işletmelerinde bu Kanun hükümleri uygulanmaz.
Ancak, tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerinde elli dahil daha az işçi bulunmasına rağmen, işyerinde sendika örgütlenmesi sonucu toplu iş sözleşmesi bağıtlanmış ise, üye sendika üyesi işçi ile işveren arasındaki uyuşmazlığın 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 79. maddesi uyarınca iş mahkemesinde görülmesi gerekir. Bunun dışında 4857 sayılı Kanun’un 4. maddesinde tarım ve orman işlerinin yapıldığı iş yerlerinde çalışanların kanun kapsamına girmeyeceği açıklandıktan sonra aynı madde de ayrık durumlara yer verilmiştir.
1-Tarım sanatları ile tarım aletleri, makine ve parçalarının yapıldığı atölye ve fabrikalarda görülen işlerde,
2-Tarım işlerinde yapılan yapı işlerinde,
3-Halkın faydalanmasına açık park ve bahçelerde
4-Bir iş yerinin eklentisi durumundaki bahçe işlerinde, çalışanların, İş Kanunu kapsamında olacakları belirtilmiştir.Sonuç olarak tarım ve orman işletmelerindeki bitki ve hayvan üretimi, bakım ve yetiştirmesi dışında kalan işler İş Kanunu’na tabidir.
Yargıtay İçtihatların Birleştirilmesi Genel Kurulunun 23.05.1960 tarihli ve 11-10 ile 10.05.1974 tarihli ve 3-44 sayılı kararları uyarınca, özellikle iş hukukunda istisnaî hükmün genişletilerek değil, dar yorumlanması gerekir. İşçiler yararına getirilen düzenlemelerin yine işçiler yararına yorumlanması asıldır.25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun geçici 1. maddesinin 1. fıkrasında “ Mülga 5521 sayılı Kanun gereğince kurulan iş mahkemeleri, bu Kanun uyarınca kurulmuş iş mahkemeleri olarak kabul edilir.
Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış olan davalar, açıldıkları mahkemelerde görülmeye devam olunur. ” hükmü yer almaktadır. 7036 sayılı Kanun’un 5. maddesinin 1/a bendi gereğince 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun İkinci Kısmının Altıncı Bölümünde düzenlenen hizmet sözleşmelerine tabi işçiler ile işveren veya işveren vekilleri arasında, iş ilişkisi nedeniyle sözleşmeden veya kanundan doğan her türlü hukuk uyuşmazlıklarına iş mahkemelerinde bakılır. Görev hususu kamu düzeni ile ilgili olup taraflarca ileri sürülmese dahi mahkemece re’sen gözetilmesi gerekmektedir.
7036 sayılı Kanun ile, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu yürürlükten kaldırılarak aynı Kanun’un görev başlığını taşıyan 5. maddesinin (a) bendinde “5953 sayılı Kanuna tabi gazeteciler, 854 sayılı Kanuna tabi gemiadamları, 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununa veya 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun İkinci Kısmının Altıncı Bölümünde düzenlenen hizmet sözleşmelerine tabi işçiler ile işveren veya işveren vekilleri arasında, iş ilişkisi nedeniyle sözleşmeden veya kanundan doğan her türlü hukuk uyuşmazlıkları yönünden iş mahkemelerinin görevli olduğu” düzenlenmiştir. Ancak bu durum, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 4. maddesinde öngörülen istisna kapsamındaki işlerde çalışanlara İş Kanunu’nun uygulanacağı anlamına gelmez.
Başka bir anlatımla, İş mahkemesi görevli olmakla birlikte uyuşmazlık işçinin tabi olduğu kanuna göre çözülmelidir. Bu itibarla yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda davacının yaptığı işin tarım işi olup olmadığı ile davalı işyerinde yapılan işin 4857 sayılı Kanun’un 4. maddesinde düzenlenen istisna niteliğinde olup olmadığı, çalışan sayısının elli veya daha az olup olmadığı yönlerinden gerekli araştırma yapılarak sonucuna göre, dava konusu uyuşmazlığın İş Kanunu hükümlerine göre mi yoksa 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu hükümlerine göre mi çözülmesi gerektiği belirlenmelidir. Mahkemece bu yönde bir değerlendirme yapılmadan doğrudan davanın esası hakkında hüküm tesisi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, bozma sebebine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 13.11.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi..”
İş hukukunda uzman avukat işçi avukatı işveren avukatı hakkında yazımız için http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/01/10/is-hukuku-isci-avukati-ve-isveren-avukati/ yazımızı okuyabilirsiniz.
İş mahkemeleri kanunu iş kazası ve meslek hastalığı sebebiyle açılacak maddi ve manevi tazminat davalarında, rücu davası ve tespit davasını arabuluculuk dava şartı dışında tutulmuştur. Bu davalar açılmadan çönce yine arabulucuya başvurulması ve arabuluculukta anlaşılması mümkündür ancak zorunlu değildir. Diğer alacak ve tazminat talepli davalarda ise dava şartı olarak arabuluculuk getirilmiştir. Arabulucuya başvurulup son tutanak düzenlenmeden evvel açılan davalar dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmektedir.
İş akdinin işçi tarafından haklı sebeple feshi İş Kanunu’nun 25. maddesinde düzenlenmiştir. İşçi 24. maddelerdeki sebeplerden birinin gerçekleşmesi halinde, öğrendiği tarihten itibaren 6 iş günü içerisinde iş akdini feshetmelidir. Nedir bu sebepler? Haklı fesih sebepleri Sağlık sebepleri, Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve Zorlayıcı sebepler olarak 3 başlık altında sayılmıştır. İş hukukunda işçi ve işveren tarafından yapılabilecek haklı sebeple fesih gerekçeleri vardır. İşveren iş hukukunda uzman avukat desteği ile iş hukuku kapsamında yerine getirilmesi gereken yükümlülükler hakkında hukuki destek almalıdır.
Sağlık sebepleri olarak; İş sözleşmesinin konusu olan işin yapılması işin niteliğinden doğan bir sebeple işçinin sağlığı veya yaşayışı için tehlikeli olması ve İşçinin sürekli olarak yakından ve doğrudan buluşup görüştüğü işveren yahut başka bir işçi bulaşıcı veya işçinin işi ile bağdaşmayan bir hastalığa tutulması olarak sayılmıştır.
Ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırılık sebebiyle haklı fesih ise; İşveren iş sözleşmesi yapıldığı sırada bu sözleşmenin esaslı noktalarından biri hakkında yanlış vasıflar veya şartlar göstermek yahut gerçeğe uygun olmayan bilgiler vermek veya sözler söylemek suretiyle işçiyi yanıltmış olması, İşveren işçinin veya ailesi üyelerinden birinin şeref ve namusuna dokunacak şekilde sözler söylemesi, ve davranışlarda bulunması veya işçiye cinsel tacizde bulunması, İşveren işçiye veya ailesi üyelerinden birine karşı sataşmada bulunması veya gözdağı vermesi, yahut işçiyi veya ailesi üyelerinden birini kanuna karşı davranışa özendirmesi, kışkırtması, sürüklemesi, yahut işçiye ve ailesi üyelerinden birine karşı hapsi gerektiren bir suç işlemesi yahut işçi hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ağır isnad veya ithamlarda bulunması,
İşçinin diğer bir işçi veya üçüncü kişiler tarafından işyerinde cinsel tacize uğraması ve bu durumu işverene bildirmesine rağmen gerekli önlemler alınmaması, İşveren tarafından işçinin ücreti kanun hükümleri veya sözleşme şartlarına uygun olarak hesap edilmemesi veya ödenmemesi, Ücretin parça başına veya iş tutarı üzerinden ödenmesi kararlaştırılıp da işveren tarafından işçiye yapabileceği sayı ve tutardan az iş verildiği hallerde, aradaki ücret farkı zaman esasına göre ödenerek işçinin eksik aldığı ücret karşılanmaması, yahut çalışma şartları uygulanmaması.
İş akdinin işçi tarafından haklı sebeple feshi halinde işçinin kıdem tazminatına hak kazanması mümkündür. Eğer ki; haklı sebep işçinin maddi veya manevi zararına yol açmış ise, maddi ve manevi tazminat talep etmek de mümkündür. Bu sebeple İşçi avukatı, iş hukuku hükümlerinin ve içtihatların bilinmesi önem arz etmektedir.
İş hukuku avukatı aynı zamanda işçi avukatı ve işveren vekili olarak da çalışabilmektedir. Önemli olan müvekkil menfaatlerinin birbiri ile çatışmamasıdır. İşçi avukatı iş mahkemelerinde işçi lehine olan kanun hükümlerini ileri sürerek işçi haklarını korumayı ve gözetmeyi amaçlar. İşveren avukatı olarak ise, işçinin işe alınıp, özlük dosyalarının tutulması, gerekli hallerde savunmalarının alınması ve ihtarnamelerin gönderilmesi ve de işten çıkarılması ile beraber iş mahkemesinde işveren lehine savunmaya kadar pek çok aşamada görev almaktadır. Yalnızca yargılama aşamasında değil, danışmanlık olarak, arabuluculuk safhasında ve yargılama aşamasında şirketlere işveren avukatı olarak hukuk hizmeti verebilir.
İşçi hukukundaki problemlere işçi vekilliği de işveren vekilliği yönünden de bakılmalıdır. İş hukuku kapsamında her iki tarafın da vekilliği yapılabilmekte, karşılıklı haklar korunabilmektedir.
İşveren tarafından hangi durumlarda haklı sebeple fesih yapılabileceği İş Kanunu’nun 25. maddesinde sayılmıştır.
a) İşçinin kendi kastından veya derli toplu olmayan yaşayışından yahut içkiye düşkünlüğünden doğacak bir hastalığa yakalanması veya engelli hâle gelmesi durumunda, bu sebeple doğacak devamsızlığın ardı ardına üç iş günü veya bir ayda beş iş gününden fazla sürmesi.
b) İşçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğunun Sağlık Kurulunca saptanması durumunda.
(a) alt bendinde sayılan sebepler dışında işçinin hastalık, kaza, doğum ve gebelik gibi hallerde işveren için iş sözleşmesini bildirimsiz fesih hakkı; belirtilen hallerin işçinin işyerindeki çalışma süresine göre 17 nci maddedeki bildirim sürelerini altı hafta aşmasından sonra doğar. Doğum ve gebelik hallerinde bu süre 74 üncü maddedeki sürenin bitiminde başlar. Ancak işçinin iş sözleşmesinin askıda kalması nedeniyle işine gidemediği süreler için ücret işlemez.
a) İş sözleşmesi yapıldığı sırada bu sözleşmenin esaslı noktalarından biri için gerekli vasıflar veya şartlar kendisinde bulunmadığı halde bunların kendisinde bulunduğunu ileri sürerek, yahut gerçeğe uygun olmayan bilgiler veya sözler söyleyerek işçinin işvereni yanıltması. b) İşçinin, işveren yahut bunların aile üyelerinden birinin şeref ve namusuna dokunacak sözler sarfetmesi veya davranışlarda bulunması, yahut işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnadlarda bulunması.
c) İşçinin işverenin başka bir işçisine cinsel tacizde bulunması. d) İşçinin işverene yahut onun ailesi üyelerinden birine yahut işverenin başka işçisine sataşması, işyerine sarhoş yahut uyuşturucu madde almış olarak gelmesi ya da işyerinde bu maddeleri kullanması. (1) e) İşçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması. f) İşçinin, işyerinde, yedi günden fazla hapisle cezalandırılan ve cezası ertelenmeyen bir suç işlemesi.
g) İşçinin işverenden izin almaksızın veya haklı bir sebebe dayanmaksızın ardı ardına iki işgünü veya bir ay içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş günü, yahut bir ayda üç işgünü işine devam etmemesi. h) İşçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi. ı) İşçinin kendi isteği veya savsaması yüzünden işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, işyerinin malı olan veya malı olmayıp da eli altında bulunan makineleri, tesisatı veya başka eşya ve maddeleri otuz günlük ücretinin tutarıyla ödeyemeyecek derecede hasara ve kayba uğratması.
İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması. IV- İşçinin gözaltına alınması veya tutuklanması halinde devamsızlığın 17 nci maddedeki bildirim süresini aşması.
İşveren tarafından fesih sebepleri de yine Sağlık sebepleri, Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve Zorlayıcı sebepler olarak 3 başlık altında düzenlenmiştir. İş akdinin işveren tarafından feshinde de 6 günlük süre gözden kaçırılmamalıdır. İşveren haklarının fesih yönünden kullanılmasında 6 günlük süre önemlidir.
Belirtmiş olduğumuz üzere iş akdinin feshinde iş hukuku uzmanı avukat ile beraber çalışılmalı işverenler tarafından iş akdinin yapılmasından sona erdirilmesine kadar da hukuk hizmeti olarak danışmanlık alınmalıdır.
İş hukukunda iş mahkemelerinin yargılama usul ve esasları hakkında mevzuat : https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.7036.pdf
İşçi ve işverenler yönünden haklı sebeple fesih gerekçeleri, geçeli fesih, kıdem ve ihbar tazminatına esas alınan sürelere ilişkin düzenlemeler 4857 sayılı kanunda yer almaktadır : https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.4857.pdf
Hukuk büromuzdan işçi avukatı veya işveren avukatı olarak hukuki destek almak için: http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Ticarette nakit sıkıntısı yaşanan durumlarda ticari hayattın devamı için çek senet yoğun olarak kullanılmaktadır. Çek senet vadesi geldiğinde ödenmez veya karşılıksız çıkarsa ne yapılmalıdır. Çek senet nasıl tahsil edilir? Süresi içinde ibraz edilen ve karşılıksız çıkan çek avukatın vasıtası ile icra takibine konu yapılabilir. Çek avukatı karşılıksız çıkan çek için ihtiyati haciz kararı alarak derhal haciz işlemi uygulayabilir, mal kaçırılmasına engel olabilir. Bu noktada icra avukatı zaman kaybetmeksizin mal kaçırma riskine karşı derhal haciz işlemini uygulamalıdır.
Karşılıksız Çek elinde bulunan avukat ilk olarak teminatı yatırarak Asliye Ticaret mahkemesinden ihtiyati haciz kararı alarak haciz işlemi uygulamaktır. Ticarette nakit sıkıntısı yaşanan durumlarda ticari hayattın devamı için çek senet yoğun olarak kullanılmaktadır. Çek senet vadesi geldiğinde ödenmez veya karşılıksız çıkarsa ne yapılmalıdır. Çek senet nasıl tahsil edilir? Süresi içinde ibraz edilen ve karşılıksız çıkan çek avukatın vasıtası ile icra takibine konu yapılabilir. Çek avukatı karşılıksız çıkan çek için ihtiyati haciz kararı alarak derhal haciz işlemi uygulayabilir, mal kaçırılmasına engel olabilir. Bu noktada çek senet avukatı zaman kaybetmeksizin mal kaçırma riskine karşı derhal haciz işlemini uygulamalıdır. Karşılıksız Çek avukatı ilk olarak teminatı yatırarak Asliye Ticaret mahkemesinden ihtiyati haciz kararı alarak haciz işlemi uygulamaktır.
Çek bono gibi kıymetli evraklar kambiyo senedi oldukları için, kambiyo senetlerine özgü icra takibi ile icra işlemleri yapılabilir. Çek senet avukatı İstanbul için, ticari hayatın yoğunluğundan dolayı oldukça sık aranan çalışma alanıdır. Çek senet avukatı olarak veya icra avukatı İstanbul için yapılan aramalarda ofisimizden icra takibi hizmetleri verilmektedir. Karşılıksız çek icra takibi avukat desteği için ofisimizden randevu alabilirsiniz.
Ticarette nakit sıkıntısı yaşanan durumlarda ticari hayattın devamı için çek senet yoğun olarak kullanılmaktadır. Çek senet vadesi geldiğinde ödenmez veya karşılıksız çıkarsa ne yapılmalıdır. Çek senet nasıl tahsil edilir? Süresi içinde ibraz edilen ve karşılıksız çıkan çek avukatın vasıtası ile icra takibine konu yapılabilir. Çek avukatı karşılıksız çıkan çek için ihtiyati haciz kararı alarak derhal haciz işlemi uygulayabilir, mal kaçırılmasına engel olabilir. Bu noktada çek senet avukatı zaman kaybetmeksizin mal kaçırma riskine karşı derhal haciz işlemini uygulamalıdır. Karşılıksız Çek avukatı ilk olarak teminatı yatırarak Asliye Ticaret mahkemesinden ihtiyati haciz kararı alarak haciz işlemi uygulamaktır.
Çek bono gibi kıymetli evraklar kambiyo senedi oldukları için, kambiyo senetlerine özgü icra takibi ile icra işlemleri yapılabilir. Çek senet avukatı İstanbul için, ticari hayatın yoğunluğundan dolayı oldukça sık aranan çalışma alanıdır. Çek senet avukatı olarak veya icra avukatı İstanbul için yapılan aramalarda ofisimizden icra takibi hizmetleri verilmektedir. Karşılıksız çek icra takibi avukat desteği için ofisimizden randevu alabilirsiniz.
Tasarrufun iptali davası İcra İflas Kanunu’nun 277 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş özel bir dava türüdür. Bu dava türü alacaklılarından mal kaçırmak kastıyla menkul ve gayrimenkullerini elden çıkaran borçluya karşı bazı şartların varlığı halinde alacaklıyı koruyan bir dava türüdür.
Öncelikle bu davanın açılması için alacaklının hali hazırda başlatmış olduğu bir icra takibi olmalı ve bu icra dosyası borçlunun hiç veya borcu karşılayacak yeterli mal varlığının bulunmamalıdır.
Tasarrufun iptali icra hukuku davası hakkında yazımızı okumak için: https://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/01/19/icra-hukukunda-tasarrufun-iptali-davasi/
İcra taahhüdü kısaca icra borcunun taksitlendirilmesine ilişkin bir anlaşma olarak tanımlanabilir. İcra taahhüdünün hacizden sonra ve hacizden önce yapılmasına göre geçerlilik şartları farklılık göstermektedir.
Hacizden önce yapılmak istenen icra taahhüdünün de farklı yöntem ve zamanlarda yapılması mümkündür.
Çek bono gibi kıymetli evraklar kambiyo senedi oldukları için, kambiyo senetlerine özgü icra takibi ile icra işlemleri yapılabilir. Çek senet avukatı İstanbul için, ticari hayatın yoğunluğundan dolayı oldukça sık aranan çalışma alanıdır. Çek senet avukatı olarak veya icra avukatı İstanbul için yapılan aramalarda ofisimizden icra takibi hizmetleri verilmektedir. Karşılıksız çek icra takibi avukat desteği için ofisimizden randevu alabilirsiniz.
Karşılıksız çekler hakkında yazımızı okuyabilirsiniz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/07/06/karsiliksiz-cek-duzenleme-sucu/
İcra avukatı iletişim : http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Gayrimenkul hukuku davası, gayrimenkul hukuku avukat, gayrimenkul uzman avukat
Gayrimenkul davası ve gayrimenkul hukuku İstanbul avukat
Uzman gayrimenkul hukuku ve gayrimenkul davası avukatı
Tapu ve arsa davası avukat İstanbulda bulunan davalarda yoğun olarak çalışılmaktadır. Tapu davaları avukatı mahkemelerde tapu avukatı ile gayrimenkul hukuku üzerine çalışılmaktadır.
Tapu davaları için tapu avukatı ve tapu davası avukatı ile iletişime geçebilirsiniz.
(Kapatılan) 18. Hukuk Dairesi 2014/20422 E. , 2015/11518 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Dava dilekçesinde, davalı federasyondan maddi ve manevi tazminat istenilmiştir. Mahkemece davanın görev yönünden reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Y A R G I T A Y K A R A R I
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının, davalı federasyon tarafından Atl.. Milli Takımına çağrıldığını, gerek …, gerekse …’taki antremanlarda sakatlandığını, … ülkesinde düzenlenen müsabakalarda sakat olmasına rağmen teknik heyetin ısrarıyla 26.03.2012 tarihindeki yarışa sokulduğunu, yarış esnasında yere yığıldığını, ilk müdahale sonrasında …’ya gönderildiğini, burada ameliyat edildiğini, tendonunun koptuğunun belirlendiğini, bu durumun teknik heyetin ihmali sonucu oluştuğunu, davacının spor hayatının bitme noktasına geldiğini, bundan davacının olumsuz etkilendiğini ileri sürerek fazlaya dair haklarını saklı tutarak 10.000 TL maddi, 100.000 TL manevi tazminatın faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Mahkemece, ileri sürülen talepler yönünden Tahkim Kurulu görevli olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinde; “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma (Değişik ibare: 3.10.2001-4709/14 md.) ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” “Sporun geliştirilmesi ve tahkim” kenar başlıklı 59. maddesinin üçüncü fıkrasında; “Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı ancak zorunlu tahkim yoluna başvurulabilir. Tahkim kurulu kararları kesin olup bu kararlara karşı hiçbir yargı merciine başvurulamaz.”
3289 sayılı Gençlik ve Spor Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un ek 9. maddesinde; “Spor dalı ile ilgili faaliyetleri ulusal ve uluslararası kurallara göre yürütmek, gelişmesini sağlamak, sporcu sağlığı ile ilgili konularda gerekli önlemleri almak, teşkilatlandırmak, federasyonu uluslararası faaliyetlerde temsil etmek ve Tahkim Kurulu kararlarını uygulamakla görevli ve yetkili, özel hukuk hükümlerine tabi bağımsız spor federasyonları kurulur.
… Tahkim Kurulu, federasyon ile kulüpler, sporcular, hakemler, teknik direktör ve antrenörler; kulüpler ile teknik direktörler, antrenörler ve sporcular; kulüpler ile kulüpler arasında çıkacak ihtilaflarla, federasyonlarca verilecek kararlar ile disiplin veya ceza kurulu kararlarını, ilgililerin itirazı üzerine inceleyerek sonuçlandırır. Tahkim Kurulu; itiraz üzerine Genel Müdürlük ile federasyonlar ve federasyonların birbirleri arasında çıkacak ihtilafları inceleyerek sonuçlandırır.
… Tahkim Kurulunun görev, yetki ve sorumlulukları, çalışma usûl ve esasları ile üyelere verilecek huzur ücretinin miktarı Genel Müdürlükçe hazırlanan yönetmelikle belirlenir.
… Spor federasyonları ile ilgili olarak bu Kanunda hüküm bulunmayan konularda 4/11/2004 tarihli ve 5253 sayılı Dernekler Kanunu ile 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümleri uygulanır.”
Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu Yönetmeliğinin “Kurulun görev ve yetkileri” başlıklı 5. maddasinde; “(1)Tahkim Kurulu; a) Federasyon ile kulüpler, sporcular, hakemler, teknik direktör ve antrenörler arasındaki ihtilafları, b) Kulüpler ile teknik direktörler, antrenörler ve sporcular arasındaki uyuşmazlıkları, c) Kulüplerle kulüpler arasında çıkacak anlaşmazlıkları, ç) Federasyonlarca verilecek kararlar ile ceza ve disiplin kurulu kararlarını, … ilgililerin itirazı üzerine inceleyerek kesin sonuca bağlar. (2) Spor federasyonlarının organ ve kurullarının, sporun disiplinine ilişkin olarak ihtar, kınama, para cezası, küme düşürme, hak mahrumiyeti, ligden ihraç, tescil iptali, üyeliğin askıya alınması ve üyelikten ihraç gibi kararları ve sporun yönetilmesine yönelik statü, talimat ve benzeri hukuki düzenlemeleri, müsabakaların icrası, tatili, ertelenmesi gibi verdikleri tüm kararlarına karşı sadece zorunlu tahkim yoluna gidilebilir. Kurulun kararları kesin olup, bu kararlara karşı istinaf, temyiz, karar düzeltme gibi yargı organları nezdinde kanun yollarına başvurulamaz. Bu kararların hukuka aykırı olduğu iddiasıyla tespit, iptal ve tazminat davası açılamaz.” hükümlerine yer verilmiştir.
“… Anayasa’nın hak arama özgürlüğüne ilişkin 36. maddesiyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil yargılamanın ön koşulunu oluşturur.” (Anayasa Mahkemesinin 12/2/2013 tarih ve 2012/620 Başvuru numaralı kararı)
Yukarıda gösterilen yasal düzenlemeler ve yapılan açıklamalar gözönüne alındığında davacının haksız eylem nedeniyle istediği maddi ve manevi tazminat taleplerine ilişkin uyuşmazlığın, federasyon bünyesinde çözümleneceğine dair bir düzenleme de bulunmadığından genel hükümler çerçevesinde adli yargı yerinde çözüme kavuşturulması gerekir. Bu durumda adli yargı görevli olduğundan mahkemece işin esası incelenerek taraf delilleri toplanıp bütün delillerin birlikte değerlendirilmesi yapılarak oluşacak sonuç doğrultusunda bir karar verilmesi gerekirken yerinde olmayan gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK:nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 30.06.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Sigorta hukuku Türk Ticaret Kanunu’nda bir kitap olarak hükümler olarak düzenlenmekle birlikte, Sigortacılık Kanunu ile de düzenlenmiştir. Sigorta hukuku mevzuatı dağınık olarak kanun hükümleri, yönetmelikler ve ilgili sigorta genel şartları sayılabilir.
Sigorta hukukunda sigorta sözleşmesinde öngörülen risklerin teminat kapsamına girmediğini ispat külfeti sigorta şirketine aittir. TTK m.1409 hükmü bu hususu açıkça belirtmiştir: “Sözleşmede öngörülen rizikolardan herhangi birinin veya bazılarının sigorta teminatı dışında kaldığını ispat yükü sigortacıya aittir.”
İnşaat sigortası veya İnşaat all risk sigortası da denilen sigorta türü inşaat firmaları tarafından şantiye alanı içinde yer alan değerleri teminat altına alan bir sigorta türüdür.
İnşaat Sigortası Genel Şartları A.4 maddesinde teminat kapsamı dışında kalan hususlar belirtilmiştir.
İlgili maddenin d) bendinde inşaatla alakalı tüm hava ve kara nakil vasıtaları ile yüzen araçlar teminat kapsamı dışında bırakılmıştır. ğ) bendinde ise kamu otoritesi tarafından yapılan tasarruflar sebebiyle teminat kapsamındaki mal veya değer zarara uğrarsa bu zarar teminat kapsamı dışında tutulmuştur. sigorta şirketleri tarafından çok sık olarak ileri sürülen diğer bir teminat dışı sebep ise malzemenin bozukluğundan, ayıbından veya kusurlu işçilikten kaynaklanan zararlardır. Bu husus da A.4 maddesinin ı) bendinde düzenlenmiştir. İnşaat Sigortası Genel Şartlarında yer alan diğer teminat dışı durumlar için ; https://www.tsb.org.tr/insaat-sigortasi-genel-sartlari-butun-riskler.aspx?pageID=487
Sigorta şirketleri her ne kadar zararın kusurlu işçilikten kaynaklandığını ileri sürerek ödemeden imtina etse de, bu durumda dava açıldığı takdirde ispat külfeti sigorta şirketindedir. Sigorta hukuku ispat külfetini sigorta şirketine yüklemiş, bu konuda avukat desteği yargılamada önem taşımakta.
Bu konuda Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 2016/6541 E., 2017/5254 K. sayılı kararı; “6762 sayılı TTK’nın 1278. ve 1281/2. maddesi gereği hasarın teminat dışı bir halden vuku bulduğunu ispat yükü işbu davada davalı tarafın üzerinde ise de davalı taraf savunmasını ispata yarar herhangi bir delil sunmamıştır. Meydana gelen çökme sonrası alınan eksper raporu ve dosya kapsamında alınan bilirkişi raporunda da hasarın hangi sebeple gerçekleşmiş olduğuna dair somut tespitler yapılmamış, varsayımsal olarak, herhangi bir dış etki veya doğal afet olmaksızın gerçekleşen hasar işçilik ve malzeme kusuruna bağlanmıştır. Bu durumda, davalının savunması ispata muhtaç iken, olmayana ergi yöntemi kullanılarak hasarın işçilik veya malzeme hatasından kaynaklandığı sonucuna varılan ve bu yönüyle somut tespitler içermeyen bilirkişi raporuna itibar edilerek davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir..”
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Sigorta avukatı
İş Kanunu’nun belirli süreli sözleşmeler hakkında 11. maddesi, belirli süreli iş sözleşmesini şu şekilde tanımlamıştır ; “Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. ” Tanımdan anlaşılacağı üzere belirli iş sözleşmesi süreli veya belirli bir işin tamamlanması için çalıştırılan işçilerle yapılabilmektedir. Kanun işçileri koruyucu bir düzenleme olarak belirli iş sözleşmesinin birden fazla kez üst üste yani zincirleme olarak (her yıl yenilenme şeklinde) yapılması halinde sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağını düzenlemiştir. İş akdinin belirli veya belirsiz süreli olarak yapılması işçilerin kıdem, ihbar tazminatları vs. hakları bakımından farklı sonuçlar doğurmaktadır. Bu sebeple işçi haklarının ihlal edilmemesi için iş sözleşmesinin esaslı bir neden olmadıkça birden fazla kez üst üste yapılamayacağı, yapılırsa da belirsiz süreli iş sözleşmesi sayılacağı düzenlenmiştir.
Kanunun belirtmiş olduğu “esaslı bir neden” önem taşımaktadır. Bu kavram yine istisnaların olabileceğini ifade etmektedir.
Spor kulüpleri ile antrenörler, teknik adamlar ve sporcularla sözleşmelerin sezonluk yapıldığı, her yıl yenileme şeklinde devam ettiği bilinen bir uygulama. Bu durumda bu spor çalışanları ile kulüp arasında yapılan sözleşmelerin, zincirleme olarak 1 yıllık yapılması sebebiyle belirsiz süreli sayılıp sayılmayacağı da tartışma yaratmakta.
Bu konuda Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 20/12/2018 tarihli kararı ile bir açıklık getirmiştir. Bu kararda; antrenörlerin yaptığı işi itibariyle sezonluk çalışmanın bizatihi objektif neden olduğunu ve üst üste yapılmış olsa da yine belirli süreli sözleşme sayılacağını ifade etmiştir.
Söz konusu kararın ilgili kısmı şu şekildedir ;
“Antrenörlük – teknik adamlık görevleri süreklilik arz eden görevlerdendir. Bununla birlikte, çalışma ilişkisinin belirlenmesinde işin nitelik ve özelliklerinden ziyade, çalıştırılacak antrenör veya teknik adamın mesleki bilgi ve deneyiminin daha önemli olması, çalışma döneminin teknik adamın sezondaki başarısı ve performansına göre uzatılması veya sona erdirilmesi, teknik direktörlük sözleşmelerinin spor dallarındaki müsabaka sezonlarına göre belirlenip düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Buna göre, antrenörlerin yaptığı iş itibariyle sezonluk çalışma hususu bizatihi objektif neden olmakta ve üst üste yapılmış olsa dahi bu özelliği değişmemektedir.
Somut olayda; davacı, davalı … Büyükşehir Belediyesi Gençlik ve Spor Klubü Derneğinde 07.03.2012-30.06.2012, 01.07.2012-30.06.2013, 01.07.2013-30.06.2014 tarihleri arasında, teknik adam sözleşmelerine istinaden atletizm antrenörü olarak çalışmıştır. Taraflar kendi iradeleri ile bu sözleşmeleri imzalamış olup sözleşmelerin baskı ile imzalatıldığı iddia ve ispatı bulunmamaktadır. Şu halde davacının sözleşmenin sona erdiği tarih itibariyle belirli süreli iş sözleşmesiyle çalıştığının kabul edilerek ihbar tazminatı talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, kabulüne karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir..”
Kararın belirli süreli olarak yapılan antrenör ve teknik adam çalıştırılması hakkında yapılan belirli süreli sözleşmelerin zincirleme olarak yapılsa dahi yine belirli süreli sayılacağı hakkında emsal teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
spor hukuku avukat
Spor hukuku spor avukatı
İdare ihtiyaç duyduğu bir taşınmazın tamamını veya ihtiyaç duyduğu bir kısmını kamulaştırma kanunu hükümleri uyarınca kamulaştırabilir. Kamulaştırma hukuku hükümleri uygulanır. Bu hususta Kamulaştırma kanunu düzenleme gerekli düzenlemeleri barındırmaktadır.
Kamulaştırma işleminde idare ile gayrimenkulün maliki arasında yapılan uzlaştırma görüşmelerinden sonuç alınamaması halinde, bedel tespiti ve gayrimenkulün idare adına tescili talebiyle Asliye Hukuk Mahkemelerinde dava açılması gerekmektedir.
Kamulaştırma davasının yürütülmesinde uzman bir kamulaştırma avukatı ile beraber çalışılmasıi davanın kamulaştırma avukatı ile takip edilmesi önemlidir. Aksi takdirde tarafların kamulaştırma avukatından hukuki destek almaksızın yaptığı işlemlerde hak kaybı yaşanabilecek mağduriyetler ortaya çıkabilecektir.
Kamulaştırma işlemlerinde bedelde anlaşılmaması Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada mahkeme tarafından Bilirkişi Heyeti ile bedel tespiti yaptırılmaktadır.
Kamulaştırma davalarında uzman avukat desteği alınmalı hukuki süreci takip etmesi sağlanmalıdır. Kamulaştırma avukatı ile iletişime geçmek için sitemizde yer alan iletişim bilgilerinden randevu alabilirsiniz.
Kamulaştırma davası avukat İstanbul için önem taşımaktadır, zira kamulaştırma işlemlerine her geçen gün büyüyen yeni yol ve ulaşım tesisleri yapılan İstanbul’da yoğun olarak rastlanmaktadır.
Kamulaştırma hukuku avukatı ve kamulaştırma avukatı İstanbul
Yargıtayın 13. Hukuk Dairesinin 2019/1334 K. sayılı kararı bir başka kulübe kiralanarak tüm sporcu haklarının geçici olarak bir başka kulübe devredilmesi halinde, sürenin sonunda sporcunun tekrar aynı kulübe dönmemesi halinde kiralayan spor kulübünün sporcudan zararını talep edemeyeceğini belirtmiştir.
Anılan kararda ilgili kısım şu şekilde ifade edilmiştir;
“Mahkemece, dosyaya kazandırılan bilirkişi görüşü de benimsenerek, davalının … Spor Kulübüne transfer edilmesi ve bonservisinin davacı … kulübüne geri verilmemesi hususlarında söz sahibi olmayan, olması halinde sözleşmesel ilişkinin sona ermesi sebebiyle mecburiyeti bulunmayan davalının, zarara uğramış olsa dahi davacının zararlarından mesul tutulamayacağı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir.
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına davacının tüm temyiz itirazlarının reddi gerekir..”
Kararda her ne kadar sporcunun geçici suretle bir başka spor kulübüne kiralandığının taraflar arasında kabul edilmiş olduğu anlaşılsa da, bu durumda sporcunun spor kulübü ile sözleşmesel ilişkisinin sona ermiş olması sebebiyle mecburiyetinin bulunmadığı belirtilmiştir. Yerel mahkeme bu gerekçe ile spor kulübünün uğramış olduğu zararın tazmini talebini reddetmiş, Yargıtay 13. hukuk dairesi de bu kararı onamıştır.
Av. Fatma Tuğçe Bilgin
Spor hukuku avukat
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı uyarınca; Belediye spor kulüpleri ile belediye arasında doğrudan organik bağ bulunduğu kabul edilmektedir. Aralarında organik bağ olan tüzel kişiler birbirlerinin borçlarından bizzat sorumludur. Yani bir tüzel kişiden tahsil edilemeyen alacak, aralarında organik bağ olduğu ispat edilen diğer tüzel kişiden de talep edilebilmektedir. Bu hususta sporcu alacakları hakkında çözüme ulaşabilmek için spor avukatı ile çalışılmalıdır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 27.06.2018 tarihli kararı ile, belediye spor kulüpleri ile belediye arasında organik bağ bulunduğunu, dolayısıyla spor kulübünün ödemediği sporcu alacaklarından belediyenin de sorumlu olduğunu belirtmiştir.
İlgili davada ilk derece mahkemesi ‘belediye başkanlığının sorumlu olmayacağı ve davanın reddi’ yönünde karar vermesi üzerine, karar temyiz edilmiştir. Yargıtay ilgili dairesi spor hukuku ve sporcu alacakları bakımından örnek teşkil edecek biçimde belediye spor kulüpleri ile belediye başkanlığının arasında organik bağ bulunduğuna, dolayısıyla belediyenin de ödenmeyen sporcu alacağından sorumlu olacağına kara vererek yerel mahkeme kararını bozmuştur. Spor hukuku nda spor avukatı desteği almak için sitemizden iletişim kurarak randevu alabilirsiniz.
Sporcu avukatı ve spor avukatı ile sporcu alacaklarının çözüme ulaştırılması mümkündür. Sporcu alacaklarının spor hukukunda uzaman arabulucu ile de arabuluculuk sürecinde sona erdirilebilir.
İlgili yazının tamamı için linki ziyaret edebilirsiniz : https://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/09/21/belediye-spor-kuluplerinin-borclarindan-aralarinda-organik-bag-bulunmasi-sebebiyle-belediye-de-bizzat-sorumludur/
İletişim :
BELEDİYE SPOR KULÜPLERİNİN BORÇLARINDAN, ARALARINDA ORGANİK BAĞ BULUNMASI SEBEBİYLE BELEDİYELER DE BİZZAT SORUMLUDUR
Trafik kazası sebebiyle açılacak tazminat davasında kim tarafından hangi tazminatların (maddi ve manevi tazminat, bedeni hasarlar vs.) talep edilebileceği, trafik kazasının ölümlü trafik kazası veya yaralanmalı trafik kazası olmasına göre farklılık göstermektedir. Bu bakımdan trafik kazası tazminat davasının ikiye ayrılarak incelenmesi gerekmektedir. İstanbul’da yoğun olarak meydana gelen trafik kazaları sebebiyle yaşanan maddi manevi ve bedensel zararlar sebebiyle trafik kazası avukatı olarak zararlarının tazmini için avukatlık hizmeti vermekteyiz.
Yaralanmalı trafik kazası tazminat davası;
Yaralanmalı trafik kazasında, yaralanan kişi kendisi davacı olabilmektedir. Bu dava ile maddi ve manevi tazminat, iş göremezlik tazminatı, bedeni hasarları, kazanç kaybı, çalışma gücünün azalması ve ekonomik geleceğinin sarsılmasından doğan zararları talep edilmektedir. Tedavi giderlerinden ise belgeli olmak şartı ile sgk sorumludur. Bu sebeple tedavi giderlerinin karşılanması için SGK’ya başvurulması gerekmektedir.
Yaralanmalı trafik kazası tazminat davası karşı taraf araç sürücüsü, araç sahibi, araç işletini ve sigorta şirketine karşı açılabilir. Sigorta şirketinin maddi/bedeni zararlardan sorumluluğu bulunmaktadır, manevi zararlardan da sorumlu olabilmesi için sigorta poliçesinde manevi zarar klozunun bulunması gerekmektedir. Bu sebeple sigorta şirketine karşı dava açarken sigorta poliçesinde manevi tazminat klozu olup olmadığına dikkat edilmelidir.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi yaralanmalı trafik kazalarında maddi ve manevi tazminat davası avukat yaralanan kişi tarafından tazminat avukatı vasıtası ile açılmaktadır. Yaralanmalı trafik kazalarında maddi tazminatın yaralanan kişinin yakınları tarafından açılmasına imkan yoktur. Ancak; ağır bedensel yaralanma varsa (organ ve uzuv kaybı gibi) yaralanan kişinin yakınlarının da duyacağı üzüntü ve ıstırap için manevi tazminat talep etmesi mümkün olmaktadır.
Trafik kazası sebebiyle meydana gelen hasar bedeli, araç değer kaybı gibi maddi zararlar da meydana gelmektedir. Bu zararların kusurlu karşı taraf sigortası tarafından ödenmemesi halinde sigorta tahkim komisyonunu başvurularak bu bedellerin talep edilmesi mümkündür. Değer kaybı ve hasar bedeli hakkında : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/07/29/arac-deger-kaybi-hasar-tazminati-sigorta-avukati/ yazımızı inceleyebilirsiniz.
Ölümlü Trafik Kazası Tazminat Davası ; trafik kazası avukat
Ölümlü trafik kazalarında maddi (cenaze ve tedavi giderleri vs.) ve manevi zararlar, destekten yoksun kalma tazminatı ölen kişinin yakınları tarafından talep edilmektedir. Dava yine karşı taraf araç sürücüsü, maliki ve işleteni ile sigorta şirketine karşı açılmaktadır.
Tazminat miktarları mahkemler tarafından uzman bilirkişilere hesaplattırılmaktadır. Kişilerin sosyal ve ekonomik durumları, yaşı, mesleği, yaşam koşulları, trafik kazasındaki kusur oranları vs. Hususlar dikkate alınmaktadır.
Trafik kazası davası avukat ile takip edilmesi gereken önemli davalardır. Trafik kazası avukat tazminat avukatı ile çalışılmasını tavsiye ederiz. Ümraniyede avukat ile görüşmek için ofisimizi ziyaret edebilirsiniz.
Trafik kazası sebebiyle uğranılan zararların sigorta şirketinden ve sigorta şirketi tarafından karşılanmayan zararların ise karşı taraf araç sürücüsü ve malikinden talep edilmesi mümkündür. Trafik kazası sebebiyle yapılan tedavi giderleri için ise SGK’ya başvuru yapılması gerekmektedir.
Trafik kazası avukatı tarafından açılan davalarda uğranılan zararların tahsil edilmesi mümkündür. İstanbul’da çok sık Trafik kazası yaşanmakta ve trafik kazası tazminat davası açılmasına sebep olunmaktadır. Yoğunluk yaşanan trafik kazası avukat İstanbul bölgesinde de yoğun dosyalara sebep olmakta.
Sigorta şirketine karşı sigorta tahkim komisyonuna başvurarak daha kısa sürede sonuç almak da mümkün olabilmektedir.
Trafik kazası tazminat davası için trafik kazası avukatı İstanbul trafik kazası avukatı ve sigorta avukatı randevu için iletişime geçebilirsiniz.
Tapu iptal ve tescil davası Türk Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu hükümlerine istinaden açılabilmektedir. Tapu iptal ve tescil davası avukat ile takip edilmesi gereken taşınmazın aynına ilişkin bir davadır. Bu davada ispat külfeti davacıdadır, bu sebeple tapu davası avukat ile takip edilmelidir mutlaka.
Tapu iptal davasının birden fazla hukuki sebebi vardır. Bu sebepler;
Halk arasında tapu davası da denilmektedir, tapu iptal ve tescil davalarına. Bu davalarda tapu davası avukatı veya tapu avukatı ve gayrimenkul avukatı da faydalı olabilmektedir.
Tapu iptal ve tescil davalarında hukuki destek için ofisimizle iletişime geçebilirsiniz.
Tapu avukatı ve gayrimenkul avukatı için http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Boşanma davaları Türk Medeni Kanunu hükümleri uyarınca yürütülmektedir. Boşanma davalarında dayanılan hukuki sebep önem taşımaktadır. Çünkü kanunda sayılan her bir boşanma sebebi için farklı prosedürler uygulanmakta, daha doğrusu farklı koşullara tabidir.
TMK’da boşanma davaları genel boşanma sebebi ve özel boşanma sebepleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Genel boşanma sebebi, halk arasında şiddetli geçimsizlik olarak bilinen evlilik birliğinin temelinden sarsılması halinde dayanılan gerekçedir. Özel boşanma sebepleri ise, zina, hayata kast, pek kötü muamele, onur kırıcı davranış, küçük düşürücü suç işleme, haysiyetsiz hayat sürme, terk ya da akıl hastalığı olarak sayılmıştır.
Boşanma davalarında tarafların müşterek çocukları varsa velayet, yoksulluk nafakası, iştirak nafakası, tazminat ve mal paylaşımı gündeme gelmektedir. Bu konularda boşanma avukatına danışılmalıdır.
Boşanma davasına bakan mahkeme tarafından tarafların sosyal ve ekonomik durum araştırmaları yapılarak ekonomik durumları tespit edilir. bu hususta tarafların yapacağı itirazlara göre sunulan deliller de nafakanın miktarının belirlenmesinde mahkeme tarafından dikkate alınmaktadır. Nafakaya itiraz : Mahkemenin tedbir olarak verdiği nafaka ara kararına karşı itiraz edilebilmektedir. Mahkemeler kimi zaman taraflardan biri olan koca aleyhine ödeme gücünü aşan miktarlarda nafakalara hükmedebilmektedir. İtiraz süresi bu noktada önem taşımaktadır, çünkü sürelerin geçmesi hak kaybına sebep olabilmektedir.
Boşanma davası avukat desteği ile açılmalıdır. İstanbulda avukat olarak oldukça fazla boşanma avukat desteği duyulmaktadır. Boşanma avukatı olarak aranan avukat sayısı oldukça fazladır, ekonomik anlamda boşanma avukat masraflarının karşılanamayacak durumda olduğu durumlarda Adli Yardım için başvurulmasını tavsiye ederiz.
İstanbulda avukat veya boşanma avukatı olarak boşanma davası için pek çok boşanma avukatı ihtiyacı duyulmaktadır. Boşanma avukatı arayanlar için sitemizden iletişim bilgileri ile randevu alabilirler.
Üsküdarda boşanma avukatı arayanlar sitemizde yer alan iletişim bilgilerinden randevu almaları gerekmektedir.
Üsküdarda avukat boşanma avukatı iletişim http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Borcum bittiği halde banka (veya alacaklı) taşınmazım üzerindeki ipoteği kaldırmıyor? Ne yapmalıyım?
Vatandaşlar tarafından sıkça sorulan sorularda karşılaşılan problemlerden biridir ipoteğin kaldırılması sorunu.
ipoetek ayni bir teminattır. Bir veren tarafından alacağını teminat altına almak amacıyla borçluya ait veya borçlunun borcuna kefil olmak isteyen başka bir kişiye ait taşınmaz üzerinde ipotek tesis edilebilir.
Borç bittikten sonra alacaklının taşınmaz üzerindeki ipoteği kaldırması gerekir. Alacaklının alacağının tamamı ödenmesine rağmen ipoteği kaldırmaması halinde Gayrimenkul maliki tarafından ipoteği kaldırmak için ipoteğin kaldırılması davası açılması gerekir.
İpoteğin kaldırılması davası avukata verilecek vekâlet name ile avukat vasıtası ile açılmalıdır. İpoteğin kaldırılması avukatı ipotek avukatı desteği alınmalı.
Aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması hakkında : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/05/02/ipotegin-kaldirilmasi-aile-konutu/
Mahkeme tarafından ipoteğin kaldırılması davasında borcun sona erdiği ispat edilirse, ipoteğin kaldırılmasına karar verilir. Mahkemenin kararı Tapu müdürlüğüne iletilerek, ipoteğin kaldırılması sağlanır.
Bu davada (ipoteğin kaldırılması davası) ipotek avukatından destek alınarak ipotek davası avukatı ile beraber takip edilmelidir.
İpotek avukatı, Üsküdarda avukat, ipotek avukat, üsküdarda ipotek avukatı, ipoteğin kaldırılması avukat ve ipoteğin kaldırılması davası avukat.
Kamulaştırma işlemi bir idari işlemdir ve idarelerin yapmakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin yürütülebilmesi için gerekli olan özel mülkiyete tabi bir taşınmazın kamulaştırılması mümkündür. Kamulaştırma işlemleriyle karşı karşıya kalan vatandaşlar hukuki destek almak için kamulaştırma davası avukatına danışmalıdır.
Kamulaştırma işleminin yapılabilmesi için öncelikle, bir kamu yararı söz konusu olmalı ve bu konuda kamu yararı kararı alınmış olmalıdır. Kamu yararı kararını verebilecek merciler Kamulaştırma Kanunu’nun 5. maddesi ile belirlenmiştir. Kamu yararı kararı verilmeksizin yapılan kamulaştırma işlemi hukuka aykırılık teşkil eder ve idari yargıda iptaline karar verilmesi mümkündür. Kamulaştırma kanunu m.5 te sayılan merciiler dışında yetkisiz bir mercii tarafından verilen kamu yararı kararı da usule aykırıdır. Bu konuda kamulaştırma avukatı ile beraber çalışılması kamulaştırma işleminin iptali davası yönünden önemlidir. Çünkü doğru bir hukuki yol izlenilmesi halinde usule aykırı olarak verilen kamulaştırma kararının iptal edilmesi mümkündür.
Kamulaştırma işlemi yapılmadan önce satın alma usulünün uygulanması gerekmektedir. Kamu yararı kararı verilen taşınmazın maliki ile, kamulaştırma işlemi yapmak isteyen idarenin yetkilendirdiği 3 kişiden oluşan uzlaşma komisyonu uzlaşma görüşmeleri yapılır. Bedelde anlaşılamaması halinde idare mahkemeye başvurarak taşınmaz malın kamulaştırma bedelinin tespitiyle, bu bedelin peşin veya kamulaştırma 3 üncü maddenin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise taksitle ödenmesi karşılığında, idare adına tesciline karar verilmesini ister.
Mahkeme tarafından ilk duruşmada sulhe davet yapılır ve tarafların sulh olma ihtimali varsa süreverilebilir. Sulh olmama yani uzlaşma imkanı olmaması halinde mahkeme kamulaştırma işlemine konu olan taşınmazın bedelinin tespiti amacıyla bir keşif günü verir. Bilirkişi heyeti ile beraber keşif yapılır ve bilirkişi heyeti tarafından hazırlanarak mahkemeye sunulan rapor ile taşınmazın değeri tespit edilir. Taşınmazın değerinin tespit edildiği bilirkişi raporuna itiraz edilebilir, itiraz edilen hususlarda belgeler itiraz dilekçesi ile beraber mahkemeye sunulabilir. Mahkeme itirazları yerinde bulursa yeniden bir keşif günü verebilir.
Kamulaştırma işlemlerinin yetki, şekil, sebep ve amaç unsurlarının her biri yönünden hukuka uygun olması gerekmektedir, bu unsurlardan birinde hukuka aykırılık bulunması halinde kamulaştırma işleminin iptali davası açılması ve kamulaştırmanın iptal edilmesi mümkündür.
Kamulaştırma kararı bir idari işlem olduğu için, iptal davasının da idari yargıda açılması gerekmektedir. Bu bağlamda kamulaştırma davası yani kamulaştırma kararına karşı dava açılmak isteniyorsa kamulaştırma hukukunda çalışan kamulaştırma avukatının yeri önemlidir. Çünkü usuli bir hata yapılması hak kayıplarına, zararlara yol açabilmektedir. Bu sebeple bir kamulaştırma davası avukatı ile çalışılmasını tavsiye ederiz.
Ecrimisil davaları hakkında yazımıza göz atabilirsiniz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/01/26/ecrimisil-davasi/
Kamulaştırma avukatı hizmeti almak için randevu alabilirsiniz. http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Ticaret hukuku ve ticari davalar hakkında sitemizde yer alan ticaret hukuku makalelerini inceleyebilirsiniz. http://fatmatugcebilgin.av.tr/category/ticaret-hukuku/ sitemizde yer alan iletişim bilgilerinden iletişime geçebilirsiniz.
İpotek gayrimenkul üzerine tesis edilen bir ayni teminattır, rehindir. Halen mevcut olan veya henüz doğmamış olmakla beraber doğması kesin veya olası bulunan herhangi bir alacak için tesis edilebilmektedir.
Bir miktar para borcunun teminat altına alınması amacıyla bir gayrimenkul üzerine ipotek tesis edilebilir. İpotek anapara ipoteği ve limit ipoteği olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Üzerine ipotek tesis edilen gayrimenkul bir başka kişiye devredilse bile gayrimenkul üzerinde kalmaya devam eder ve gayrimenkulün yeni maliki de gayrimenkul değeri ile sınırlı olarak bu borçtan sorumlu olur.
İpotek borçlusu borcunun sona ermesi halinde TMK’nun 883. maddesine göre; ipotekli taşınmazın maliki, alacaklıdan ipoteği terkin ettirmesini isteyebilir. İpoteğin kaldırılması için ipotek borcunun tamamıyla ödenmiş olması gerekmektedir. İpotek borcu sona ermiş olmasına rağmen, alacaklı tarafından terkin edilmedikçe ipotek gayrimenkul üzerinde korunmaya devam eder.
Bu durumda ipoteğin kaldırılması için malikin ipotepin kaldırılması / ipoteğin fekki davası açması gerekir. İpoteğin kaldırılması davası taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır. Bu davada mahkemenin yapacağı inceleme sonucunda ipoteğin kaldırılmasına karar verilir.
İpoteğin kaldırılması davası avukat ile açılmalı ve süreci ipotek avukatı ile takip etmelidir. ipoteğin kaldırılması avukat ipoteğin kaldırılması davası ipotek avukatı
Faiz konusu genel hükümler ve özel hükümler olarak farklı kanunlarda düzenlemelerde yer almaktadır. Genel hükümler olarak Borçlar Kanunu hükümleri, özel hükümler olarak ise (ticari alacaklar için) Ticaret Kanunu hükümleri ve ayrıca 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanunu hükümleri uygulanacaktır.
Genel hükümler olarak Borçlar Kanunu faiz konusunu anapara faizi ve temerrüt faizi olarak ayrı ayrı hükümler içermektedir. TBK m.88 anapara için uygulanacak yıllık faiz oranı hakkında; ” Faiz ödeme borcunda uygulanacak yıllık faiz oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık faiz oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde elli fazlasını aşamaz. “ hükmünü içermektedir.
TBK’nun temerrüt faizine ilişkin 12. maddesi; ” Uygulanacak yıllık temerrüt faizi oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa, faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık temerrüt faizi oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde yüz fazlasını aşamaz. Akdî faiz oranı kararlaştırılmakla birlikte sözleşmede temerrüt faizi kararlaştırılmamışsa ve yıllık akdî faiz oranı da birinci fıkrada belirtilen faiz oranından fazla ise, temerrüt faizi oranı hakkında akdî faiz oranı geçerli olur. “ şeklinde düzenleme yapmıştır.
Türk Borçlar Kanunu faize ilişkin düzenlemeleri emredici hükümler içermektedir. Adi borçlar hakkında uygulanan genel hükümler koruyucu amaçla emredici düzenlemelerle faize ilişkin sınırlamalar getirmiştir. TBK m.88 ve m.120’nin dışında faize ilişkin 121, 122, 131, 146, 147, 152, 189, 387 ve 388. maddeleri ile de faize ilişkin düzenlemeler barındırmaktadır.
Ticari alacaklara uygulanan faiz söz konusu olduğunda ise Türk Ticaret Kanunu hükümlerine bakılması gerekmektedir. Zira ticari alacaklara Ticaret Kanunu hükümleri özel hüküm olarak uygulanmaktadır. TTK m.8, m.10 ve m.1530 hükümleri faize ilişkin düzenlemeler barındırmaktadır.
TTK’nun Ticari İşlerde Faiz üst başlığı altındaki 8. maddesi; “Ticari işlerde faiz oranı serbestçe belirlenir.” demektedir. Bu hüküm TBK’da faize ilişkin sınırlamalar getiren emredici hükümlerin ticari alacaklar hakkında da uygulanıp uygulanmayacağı hakkında tartışma yaratmaktadır.
TTK m.9 “Ticari işlerde; kanuni, anapara ile temerrüt faizi hakkında, ilgili mevzuat hükümleri uygulanır. “ hükmünü, m.10 “Aksine sözleşme yoksa, ticari bir borcun faizi, vadenin bitiminden ve belli bir vade yoksa ihtar gününden itibaren işlemeye başlar.” hükmünü içermektedir.
Adi işlerde anapara faizi uygulanacağı belirlenmemiş ise, anapara faizi istenemez. Ticari işlerde ise faiz esastır. Bu sebeple; sözleşme ile belirlenmemiş olsa bile ticari alacaklarda anapara faizi talep edilebilir.
TTK.’nun Ticari hükümlerle yasaklanmış işlemler ile mal ve hizmet tedarikinde geç ödemenin sonuçları başlığını taşıyan 1530. maddesi temerrüt faizine ilişkin kapsamlı bir düzenlemedir.
2. fıkra; ” Ticari işletmeler arasında mal ve hizmet tedariki amacıyla yapılan işlemlerde, alacaklı, kanundan veya sözleşmeden doğan tedarik borcunu yerine getirmiş olmasına rağmen, borçlu, gecikmeden sorumlu tutulamayacağı hâller hariç, sözleşmede öngörülmüş bulunan tarihte veya belirtilen ödeme süresinde borcunu ödemezse, ihtara gerek olmaksızın temerrüde düşer. ” hükmü temerrüt faizinin ticari işletmeler arasında mal veya hizmet alımı sebebiyle doğan ticari borcun, belirlenen tarihte ödenmemesi halinde ihtara gerek olmaksızın başlayacağını ifade etmektedir.
Sözleşme ile temerrüt faizi ödeneceği belirlenmiş olmasa bile, ticari borcu ödemekte temerrüde düşen borçlu temerrüt faizi ödemek zorundadır. Bu hususta 3. fıkra hükmü; “Mütemerrit borçlunun alacaklısı sözleşmede öngörülen tarihten ya da ödeme süresinin sonunu takip eden günden itibaren, şart edilmemiş olsa bile faize hak kazanır.”
Sözleşmede ödeme günü veya süresinin belirlenmemiş olduğu hallerde hangi sürelerin sonunda ihtara gerek kalmaksızın temerrüde düşüleceği 4. fıkrada detaylı olarak düzenlenmiştir. Bu hususta, seçeneklere göre mal veya hizmetin tesliminden veya fatura veya ödeme talebinin tesliminden 30 günlük süre esas alınmıştır.
Sözleşme ile borçlunun temerrüde düşmesi halinde gecikme faizi ödemeyeceği veya ağır derecede haksız sayılabilecek kadar az faiz ödeyeceği, alacaklının geç ödeme dolayısıyla uğrayacağı zarardan borçlunun sorumlu olmayacağı veya sınırlı bir şekilde sorumlu tutulabileceği gibi düzenlemeler getirilmiş ise bu hükümler 1530. maddenin 6. fıkrası uyarınca geçersizdir. Bu durumda uygulanacak faiz oranı ve alacağın tahsili masrafları 7. fıkra hükmü uyarınca; “talep edilebilecek asgari giderim tutarını Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası her yıl ocak ayında ilan eder. Faiz oranı, 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanunda öngörülen ticari işlere uygulanacak gecikme faizi oranından en az yüzde sekiz fazla olmalıdır.”
Ticari dava avukat , ticari alacaklar faiz, ticari borç avukat, ticaret alacağı dava avukat, ticaret hukuku avukat ticari alacak dava, ticari alacak avukat
Trafik kazasında ortaya çıkan zararlar karşı tarafın zorunlu mali mesuliyet sigortası yaptırdığı sigorta şirketinden, yine karşı tarafın kusuru oranında talep edilebilir.
Zorunlu mali mesuliyet sigortası kapsamında trafik kazasında zarara uğrayan taraf, hangi zararlarını talep edebilir? Hangi alacak kalemlerinin sigorta şirketinden talep edilebileceğini kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:
1-Maddi Zararlar : Trafik kazası sebebiyle uğranılan maddi zararlar aracın değer kaybı, onarım bedeli ve uğranılan başkaca maddi zarar varsa bu bedelleri içerir.
2-Sağlık Masrafları : Trafik kazasında sağlığı zarara uğrayan, yaralanan taraf karşı tarafın sigorta şirketinden tedavi giderlerinin ödenmesini talep edebilir.
3-İş göremezlik, Meslekte kazanma gücü kaybı : Yaralanmalı trafik kazasında yaralanan kişi belli bir süre iş göremezlik veya meslekte kazanma gücü kaybı yaşamışsa bu zararını karşı tarafın kusuru oranında sigorta şirketinden karşılanmasını talep edebilir.
4-Destekten yoksun kalma tazminatı : Ölümlü trafik kazalarında ölen kişinin desteğinden mahrum kalan yakınları tarafından talep edilebilmektedir.
5-Manevi Tazminat : Manevi tazminat zorunlu mali mesuliyet sigortasının kapsamı içinde değildir. Poliçeye ayrıca manevi klozu konulmamış ise, manevi zararın sigorta şirketi tarafından karşılanması mümkün olmaz. Ancak manevi klozu mevcut ise bu alacak kalemi de sigorta şirketinden talep edilebilmektedir.
Şirket ana sözleşmesinde çıkma hakkına ilişkin düzenlemeler bulunabilir. Ortaklar, şirketin kuruluşunda ana sözleşme ile kendileri için ortaklığı devam ettirilemez hale getirecek bazı haklı sebepler belirlemiş olabilir. Ana sözleşmede haklı sebeple çıkma hakkı düzenlenmemişse de, Türk Ticaret Kanunu’nun 638. maddesine istinaden çıkma hakkı kullanabilir.
Çıkma hakkı nasıl kullanılır?
Şirket ana sözleşmesinde bir takım haklı sebepler ve bu haklı sebeplerin varlığı halinde ortağın tek taraflı irade beyanı ile şirketten çıkabileceği düzenlenmişse, ortağın tek taraflı irade beyanı ile şirketten çıkabilir. Bu durumda ortağın şirketten çıkmak için dava açmasına gerek yoktur. Ancak; şirket çıkma beyanına karşı şirket merkezinin bulunduğu yer Asliye Ticaret Mahkemesi’nde Çıkmanın İptali Davası açabilir.
Şirket ana sözleşmesinde ortağın tek taraflı bir irade beyanı ile şirketten çıkılabileceğine ilişkin düzenleme yoksa, ortağın çıkma hakkını kullanmak için Ortaklıktan Çıkma Davası açması gerekir. Ortaklıktan Çıkma Davası da yine şirket merkezinin bulunduğu yer Asliye Ticaret Mahkemesi’nde şirket tüzel kişiliğine karşı açılabilmektedir.
Ortaklıktan çıkma davasında mahkeme istem üzerine dava süresince, davacının ortaklıktan doğan hak ve borçlarından bazılarının veya tümünün dondurulmasına veya davacı ortağın durumunun teminat altına alınması amacıyla diğer önlemlere karar verebilir. TTK bu düzenleme ile çıkma davası açan ortağa dava süresince ortaklığa ait haklardan yararlanmasını ve borçlardan sorumluluğunu engellemiştir. Tabi ki, bu önlemlere karar verilebilmesi için davacının talep etmiş olması şarttır.
Diğer ortaklar da ortaklardan birinin çıkma hakkını kullandığını (dava veya tek taraflı irade beyanı ile) öğrendiği tarihten itibaren 1 ay içinde açacağı ayrı bir dava ile çıkma davasına katılabilir. Bu dava ile başka bir ortak da aynı haklı sebebin kendisi açısından da gerçekleştiğini ileri sürerek çıkma talep eder.
Ortaklıktan Çıkarılma ;
Şirket sözleşmesi ile yine çıkma hakkı gibi, çıkarılma da düzenlenebilmektedir. Şirket sözleşmesinde ortağın genel kurul kararı ile çıkarılabileceğine ilişkin düzenleme mevcut ise, genel kurul kararı ile ortak şirketten çıkarılabilir. Ortak kararın noterden aracılığı ile kendisine tebliğ edilmesinin ardından 3 ay içinde yine kararın iptali için şirkete karşı dava açabilir. Bu davasının Ticaret Mahkemesinde avukat vasıtası ile açılmasında fayda bulunmaktadır. Zira mahkemeler tarafından uygulanan yargılama kuralları katıdır ve bu usul kurallarının avukat olmayan kişilerce bilinmesi zordur.
Yukarıda kısaca izah ettiğimiz Ortaklıktan Çıkma, Ortaklıktan Çıkma Davası avukat, Ortaklıktan çıkmanın iptali davası, çıkmaya katılma, ortaklıktan çıkarılma konularında ticaret hukuku uzman avukat desteği önemlidir. Esas sözleşme yani şirketin ana sözleşmesi avukat yardımı ile hazırlanması önem taşımaktadır.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Kıymetli evrak nedir?
Kıymetli evrak Türk Ticaret Kanunu’nun 645. maddesinde; “Kıymetli evrak öyle senetlerdir ki, bunların içerdikleri hak, senetten ayrı olarak ileri sürülemediği gibi başkalarına da devredilemez.” olarak tanımlanmıştır. Tanımdan anlaşılacağı üzere kıymetli evraka içeriği olan hak senetten ayrı olarak kullanılamamaktadır.
Kıymetli evrakın borçlusu, ancak senedin teslimi karşılığında ödeme yapmakla yükümlüdür. Zira; senedin kendisi teslim alınmaksızın yapılan ödeme borçluyu kıymetli evrak borcundan kurtarmamaktadır. Ayrıca; alacağı borçludan tahsil etmesine rağmen senedi elinde bulundurmaya devam eden kötü niyetli alacaklı senedi bir başkasına da devredebilecektir.
Kıymetli evrakların devir usulü senedin niteliğine göre değişmekle beraber, senedin zilyetliğinin devri muhakkak gerekmektedir. Senet zilyetliğinin devrinin yanında emre yazılı senetlerde ciro, nama yazılı senetlerde yazılı temlik beyanı gerekmektedir.
Kıymetli evrakın zayi olması halinde Ticaret Mahkemelerince zayi kararı verilmektedir. Kıymetli evrakın çalınması, kaybolması, yangında yanması, sel, deprem vs. gibi sebeplerle ortadan kaybolması veya anlaşılamaz hale gelmesi halinde kıymetli evrakın iptali için dava açılabilmektedir. (Çek iptali davası, vs..)
Ticaret hayatında en çok kullanılan kıymetli evrak olan çekler için de zayi olma durumunda (çekin çalınması, çekin kaybolması, çekin yanması, çekin zayi olması..) çek iptali davası açılmaktadır. Çek iptali davası avukat ile takip edilmelidir. Çek iptali avukat tarafından alınması gereken hukuki önlemler çerçevesinde daha sağlıklı sonuçlanabilmektedir.
Çek iptali davalarında mahkemeler talep halinde ödeme yasağı kararı vermektedir. Ödeme yasağı kararı çekin iptalini talep eden tarafından %15 tutarında teminatın mahkeme veznesine depo edilmesi halinde verilmektedir.
Ödeme yasağı kararı avukat tarafından talep edilmiş olması halinde verilmekte, derhal ilgili bankaya tebliğ edilmektedir. Zaman açısından tereddüt uyandıran durumlarda elden takipli olarak ödeme yasağı kararı avukat tarafından da mahkemeye iletilebilmektedir.
Ödeme yasağı kararı sonrası, iptal davasına konu olan çekin haksız hamil tarafından bankaya ibraz edilmesi halinde çek bedeli ödenmemektedir. Banka çekin kayıp veya çalınmış olması sebebiyle iptal davasına konu olduğunu bilmesine rağmen, çeke el koyamamaktadır. Böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Çekin arkasına ödeme yasağı sebbeiyle ödenmediği kaydını düşerek ibraz edene iade etmektedir.
İşte bu noktada hukuk sistemimizdeki açıklık ve çelişki kendini gösterebilmektedir. Çünkü, çeki ödeme yasağı sebebiyle ödemeyen bankadan geri alan yetkisiz hamil, çeki karşılıksız işlemi görmüşçesine icra takibine konu edebilmektedir. Ticaret mahkemesinin ödeme yasağı kararına ve açılan iptal davasına rağmen icra işlemleri yapılabilmekte ve bu yöndeki itiraz da icra işlemlerini durdurmamaktadır.
Bir yandan çek iptali davası açarak ve ödeme yasağı kararı alarak kendini korumaya çalışan taraf, diğer yandan da icra işlemlerine maruz kalmakta ve çek bedelinin yanında icra masrafları ve vekalet ücreti ödemek durumunda kalmaktadır. Hukuk sistemimizdeki bu çelişkili durum iptal davalarının ve ödeme yasağının işlevini azaltmakta veya ortadan kaldırmaktadır.
Çek iptali davası, ödeme yasağı kararı avukat, kıymetli evrakın iptali davası çek iptali avukat
Boşanma davası ile beraber, düğüne takılmış olan altınlar, ziynetler ve daha sonrasında da edinilmiş olan altınların iadesi gündeme gelmektedir. Düğünde takılan takıların altınların ister kadına ister erkeğe ve kim tarafından takılmış olduğu farketmeksizin kadına ait olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple boşanma halinde de kadına iade edilmesi gerekmektedir. Altınların kadına iade edilmemesi halinde boşanma davası ile beraber veya boşanma davası ile beraber talep edilmemiş ise, ayrı bir dava açılarak ziynet eşyalarının aynen iadesi talep edilebilir. Ziynet eşyalarının iadesine ilişkin davanın belirsiz alacak davası olarak açılması mümkün değildir. Davanın görülmesinde avukatlık hizmeti yargılamada uygulanan usuli kurallarda hata yapılmaması için önem taşımaktadır.
Düğünde takılan takılar kimi zaman düğünden sonra düğün borçlarının ödenmesi için, kimi zaman da evlilik devam ederken koca tarafından iş kurmak veya başka bir malvarlığı dinmek için vb. sebeplerle kullanılmış olabilmektedir. Bu durumlarda da söz konusu altınların bedellerinin hesaplanarak tam olarak dava dilekçesinde belirtilmiş olması gerekmektedir. Yargıtay içtihatlarına göre bu davanın belirsiz alacak davası olarak açılması mümkün değildir.
Bu sebeple; ziynet eşyalarının aynen veya bedelinin iadesi talebiyle açılacak davaların terditli talepler olarak açılabilmesi mümkün iken, bedelinin tam olarak belirtilmesi gerekmektedir.
Ziynet eşyası alacağı boşanma davasından ayrı bir dava olarak açılabileceği gibi, boşanma davasının içerisinde boşanmaya bağlı diğer, maddi manevi tazminat alacakları, nafaka alacakları gibi ayrı bir alacak kalemi olarak talep edilebilir. Ziynet eşyası alacağının boşanma davası açıldıktan sonra da ayrı bir dava açılarak ileri sürülmesi gayet tabi mümkündür. Bu sebeple; ziynet eşyası talep edilmeden açılan boşanma davası sebebiyle ziynet eşyası alacağı hakkını kaybetmiş olmaz. Bu konuda boşanma avukatından alınacak hukuki destekle beraber hareket edilmelidir.
Ziynet eşyası alacağı davasında aile mahkemeleri görevlidir. Aile mahkemelerinin kuruluş ve görevleri hakkında kanun: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.4787.pdf
Ziynet eşyalarının karşı tarafta olduğunu ispat külfeti davacıdadır. İspat açısından her türlü delille ispatı mümkündür. Tanık delili, düğünde çekilen fotoğraf ve video kayıtları takılan altı takıların ve değerlerinin ispatı açısından delil oluşturur. Fotoğraf ve video kayıtları dijital ortamlarda saklanabilen delillerdendir, dijital içeriklerin CD içerisine ve flash belleğe kaydedilerek mahkemeye sunulması mümkündür.
Kripto para hususu da hukukumuzda yeni gelişmekte olan bir alan olmakla beraber, düğün hediyesi olarak verilen kripto para ziynet eşyası alacağı davasında ileri sürülebileceği gibi, evlilik birliği içinde alınmış olan kripto paralar mal rejimi davasının konusu olabilir. Mal rejiminin tasfiyesi hakkında : https://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/11/27/bosanmada-mal-paylasimi-mal-rejiminin-tasfiyesine-iliskin-davalar/
Trafik kazası sebebiyle açılacak tazminat davasında kim tarafından hangi tazminatların (maddi ve manevi tazminat, bedeni hasarlar vs.) talep edilebileceği, trafik kazasının ölümlü trafik kazası veya yaralanmalı trafik kazası olmasına göre farklılık göstermektedir. Bu bakımdan trafik kazası tazminat davasının ikiye ayrılarak incelenmesi gerekmektedir.
Yaralanmalı trafik kazası tazminat davası;
Yaralanmalı trafik kazasında, yaralanan kişi kendisi davacı olabilmektedir. Bu dava ile maddi ve manevi tazminat, iş göremezlik tazminatı, bedeni hasarları, kazanç kaybı, çalışma gücünün azalması ve ekonomik geleceğinin sarsılmasından doğan zararları talep edilmektedir. Tedavi giderlerinden ise belgeli olmak şartı ile sgk sorumludur. Bu sebeple tedavi giderlerinin karşılanması için SGK’ya başvurulması gerekmektedir.
Yaralanmalı trafik kazası tazminat davası karşı taraf araç sürücüsü, araç sahibi, araç işletini ve sigorta şirketine karşı açılabilir. Sigorta şirketinin maddi/bedeni zararlardan sorumluluğu bulunmaktadır, manevi zararlardan da sorumlu olabilmesi için sigorta poliçesinde manevi zarar klozunun bulunması gerekmektedir. Bu sebeple sigorta şirketine karşı dava açarken sigorta poliçesinde manevi tazminat klozu olup olmadığına dikkat edilmelidir.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi yaralanmalı trafik kazalarında maddi ve manevi tazminat davası yaralanan kişi tarafından tazminat avukatı vasıtası ile açılmaktadır. Yaralanmalı trafik kazalarında maddi tazminatın yaralanan kişinin yakınları tarafından açılmasına imkan yoktur. Ancak; ağır bedensel yaralanma varsa (organ ve uzuv kaybı gibi) yaralanan kişinin yakınlarının da duyacağı üzüntü ve ıstırap için manevi tazminat talep etmesi mümkün olmaktadır.
Ölümlü Trafik Kazası Tazminat Davası ;
Ölümlü trafik kazalarında maddi (cenaze ve tedavi giderleri vs.) ve manevi zararlar, destekten yoksun kalma tazminatı ölen kişinin yakınları tarafından talep edilmektedir. Dava yine karşı taraf araç sürücüsü, maliki ve işleteni ile sigorta şirketine karşı açılmaktadır.
Tazminat miktarları mahkemler tarafından uzman bilirkişilere hesaplattırılmaktadır. Kişilerin sosyal ve ekonomik durumları, yaşı, mesleği, yaşam koşulları, trafik kazasındaki kusur oranları vs. Hususlar dikkate alınmaktadır.
Trafik kazası davası avukat ile takip edilmesi gereken önemli davalardır. Trafik kazası avukat tazminat avukatı ile çalışılmasını tavsiye ederiz. Ümraniyede avukat ile görüşmek için ofisimizi ziyaret edebilirsiniz.
#tazminat davası #trafik kazası tazminat davası #trafik kazası avukat #ümraniyede avukat
Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden itibaren eşler arasında başka bir mal rejimi seçilmemişse edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğu kabul edilmektedir. Eşler arasındaki mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarihte sona erer.
Boşanma davasının açıldığı tarihte her ne kadar mal rejimi sona erse de, boşanmaya karar verilmesi halinde mal rejiminin tasfiyesine karar verilir. Yani; boşanma davasının açıldığı tarih itibariyle davanın sonuçlanması beklenmeksizin malların paylaşımı için, mal rejiminin tasfiyesi davası açılabilir. Ancak karar verilebilmesi için boşanmaya karar verilmiş ve bu kararın kesinleşmiş olması gerekmektedir.
Belirttiğimiz gibi mal rejiminin tasfiyesi davası boşanma davasının hemen akabinde açılabilmesi mümkündür. Peki mal rejimi davası ne zamana kadar açılabilir, zamanaşımı süresi var mı?
Mal rejimi davası 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir, 10 yıllık zamanaşımı süresi boşanma kararının kesinleştiği tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır. Bu sebeple; boşanma kararının kesinleşmesinden 10 yıl geçtikten sonra açılan mal rejimi tasfiyesine ilişkin dava zamanaşımı itirazına uğraması halinde reddedilmektedir.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Türk Medeni Kanunu’muz evlilik birliğinde başka bir mal rejimi kabul edilmemiş ise, “edinilmiş mal rejimi” geçerli olduğunu kabuletmektedir. TMK’nın yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden öncesinde ise “mal ayrılığı rejimi” geçerliydi. Bu sebeple; o tarihten evvel gerçekleşmiş bulunan evliliklerde, başka bir rejim belirlenmemiş ise, 01.01.2002 tarihinden önce edinilmiş malvarlığında “mal ayrılığı” rejimi uygulanacaktır. Devam eden tarihlerde bir malvarlığı edinilmiş ise, bu malvarlıkları için de “edinilmiş mallara katılma rejimi” uygulanacaktır.
Evliliğin sona ermesi, evlilik birliği içinde edinilen malların da paylaşımını gerekirmektedir. Bu paylaşıma mal rejiminin tasfiyesi adı verilir.
Mal rejimi boşanma davasının açılması ile beraber sona erer. Bu sebeple; boşanma davasının açılmasından sonra mal rejimi davalarının da açılması mümkündür. Ancak; mal rejiminin tasfiyesine ilişkin davanın sonuçlandırılması için boşanma davasının sonucu beklenmektedir. Bu sebeple boşanma davası bekletici mesele yapılmaktadır.
Boşanma ile birlikte malvarlığının paylaşımı için; Katkı payı alacağı davası, Değer artış payı davası, Artık değere katılma alacağı davasıdır. Bu davaların açılması ve takibinde mutlaka boşanma avukatından destek alınmalı, birlikte hareket edilmelidir. Türkiye’de avukatlık mesleğinin icrasında aile hukukunda çalışan avukatlık ofisleri tarafından boşanma avukatı olarak hizmet verilebilmektedir.
Katkı payı alacağı davası nedir? 01.01.2002 tarihinden önce “mal ayrılığı rejimi” geçerli olduğundan, hukuki dayanağını yargıtay içtihatlarından alan bir dava türüdür. Bu dava türü ile 01.01.2002 tarihinden önce edinilmiş malvarlıklarında, malik olmayan eşin o malın edinilmesine, korunmasına ve değerinin artmasına ilişkin katkısı para alacağı olarak talep edilmektedir. Bu dava ile mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde edinilen mal üzerinde, malik olmayan eşin malın edinilmesi ve değerlenmesi üzerinde parasal hak talep etme imkanı olmuştur. Katkı payı malın dava tarihindeki değeri üzerinden hesaplanmaktadır.
Değer artış payı davası nedir? Bu dava türünde de yine diğer eşin edindiği malın edinilmesi, iyileştirilmesi ve korunmasına yönelik mala yaptığı katkı para olarak talep edilmektedir. Talep eden eşin bu iddiasını tanık dahil her türlü delille ispatlaması mümkündür. Bu davanın katkı payı alacağı davasından farkı, katkının malın tasfiye tarihindeki değeri yani karara en yakın tarihteki değeri üzerinden hesaplanmasıdır. Ancak; malın herhangi bir deprem, sel vb. sebeple değer kaybetmesi halinde bu hesaplama katkının başladığı tarihteki değer üzerinden yapılır.
Artık Değere Katılma Alacağı Davası Nedir? Kısaca katılma alacağı davası da dediğimiz davalıya ait artık değerin yarısı üzerinde, diğer eşin katkıda bulunduğunu ispat etmeksizin parasal hakkına ilişkin dava türüdür. Artık değer dediğimiz değer ise, eşe ait edinilmiş malların değerine denkleştirmeye tabi herhangi bir değer varsa bunun eklenmesi ve bu malvarlıklarına ait borçların çıkarılmasından sonra geriye kalan miktardır. Bu teknik hesaplamalar mahkeme tarafından uzman bilirkişilere yaptırılmaktadır.
6306 sayılı kanun ile beraber kentsel dönünüşüm ülkemizde özellikle İstanbul’da inşaat hukukuna inşaat hukuku avukatına önemli derecede gereksinim artmıştır. Zira; uygulamada karşılaşılan sorunlar inşaat davalarına sebep olmaktadır.
Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi Nedir?
Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri hukuki niteliği itibariyle karma sözleşmelerdir. İçerisinde eser sözleşmesini ve satış sözleşmesini barındıran genellikle çok taraflı olarak karşımıza çıkan karma yapılı sözleşmelerdir. Bu niteliğinden ötürü karşılıklı birden fazla edim de bulundurmaktadır.
İnşaat sözleşmesi yapılmadan önce, taşınmazın bulunduğu belediyeden taşınmazın imar durumu çıkarılmalı, inşaat projesi ve sözleşmenin şartları buna göre belirlenmelidir. Aksi durumda ifa imkansızlığı ortaya çıkacak ve sözleşmenin feshi sonucu ortaya çıkabilcektir. Bu durum da tarafların zaman ve para kaybına yol açabilecektir.
İnşaat projesinin ilgili belediyeye tasdik edilmesi ve inşaat ruhsatının alınması inşaata başlama sürecinin olmazsa olmazıdır. Ruhsat işlemlerinin yüklenici mi arsa sahibi tarafından mı yapılacağı ve masraflarına kimin katlanacağı inşaat sözleşmesinde mutlaka belirtilmiş olmalıdır. Ruhsatın alınması için sözleşmede bir süre öngörülmesi bu sürecin fazla uzamaması açısından önemlidir.
İnşaat projesinin tasdikinden sonra tapu üzerinde kat irtifakı tesis edilmesi mümkündür. Kat irtifakının tesis edilmesi, kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde bir zorunluluk değildir ancak; sözleşmeden doğan olası risklerin önüne geçmek adına kat irtifakı tesisi arsa sahiplerinin daha lehine olmaktadır. İnşaatın tamamlanıp oturma izni alınmasından sonra kat irtifakından kat mülkiyetine geçilebilmektedir.
Tüm bu inşaat sürecinin (kat karşılığı inşaat sözleşmesinin imzalanmasından inşaatın tamamlanmasına kadar ki süreç) inşaat hukuku avukatından hukuki destek alınarak yürütülmesinde fayda vardır. İleride doğabilecek olası inşaat davaları halinde arsa sahipleri için geç kalınmış olabilir, büyük hak kayıplarına sebep olabilir.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
İnşaat hukuku, inşaat davaları, inşaat hukuku avukatı, kentsel dönüşüm davaları, kentsel dönüşüm hukuku, kentsel dönüşüm avukatı
İdare ihtiyaç duyduğu bir taşınmazın tamamını veya ihtiyaç duyduğu bir kısmını kamulaştırma kanunu hükümleri uyarınca kamulaştırabilir. Kamulaştırma hukuku hükümleri uygulanır.
İdarenin kısmen kamulaştırdığı taşınmazın, kamulaştırılmayan kısmında bir değer artışı veya azalışı olmadığı takdirde kamulaştırılan kısmın değeri, tamamına takdir edilenden kamulaştırılan kısma düzen orandadır.
Kısmen kamulaştırmada kamulaştırılmayan kısmın değeri, kamulaştırma işlemi sebebiyle menfi etkilenmişse, değerinde azalma meydana gelmişse kısmi kamulaştırma değerine, kamulaştırılmayan kısmın değer kaybı da eklenir. Kamulaştırma bedelinin tespiti davasında bu hesaplamalar teknik bilirkişiler tarafından yapılır.
Bir Yargıtay kararında da bu husus;
“Bu noktada, arta kalan kısımda değer kaybı belirlenirken, değer kaybının kamulaştırmadan kaynaklanması ve taşınmaz malın kamulaştırmadan önceki ve sonraki durumlarının bilirkişilerce göz önünde tutulması ve kamulaştırmanın menfi etkisinin oranının açıklanması gerekir.”
Kısmen kamulaştırma sebebiyle kamulaştırılmayan kısmın değeri aynı şekilde artmış da olabilir. Bu duruma, kamulaştırılan kısma metro giriş çıkışı yapılması sebebiyle kamulaştırılmayan kısmın değerinin artması örnek gösterilebilir. kamulaştırma nedeniyle artış meydana geldiği takdirde de, artan değer tespit edilerek kamulaştırılan kısmın değerinden çıkarılarak kamulaştırma bedeli tespit edilir.
Kamulaştırma davasında kamulaştırma avukatı ile beraber çalışılması, teknik hesaplamalarda olası hatalara itiraz açısından da önem taşımaktadır.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Kamulaştırma işlemi kamu tarafından, özel mülkiyette olan gayrimenkuller üzerinde yapılabilir. Bir kamu kurumunun başka bir kamu kurumu mülkiyetinde bulunan taşınmaza kamulaştırma yapması mümkün değildir. Bu durumda Kamulaştırma Kanunu’nun 30. maddesi uygulanma alanı bulacaktır.
Kamu kurum ve tüzel kişileri arasında gayrimenkul ihtiyacı sebebiyle meydana gelen işlemlerde de yine kamulaştırma davasına hakim, ilgili idareyi temsil eden kamulaştırma davası avukatından destek alınmalıdır.
Kamulaştırma kanunu 30. maddesi uyarınca;
Başka bir idareye ait taşınmaz mala ihtiyaç duyan idarenin söz konusu taşınmaza bedel tespiti yaparak, malik olan idareye yazılı olarak başvuru yapması gerekmektedir. Mal sahibi olan idare bu başvuyu reddeder veya 60 gün içinde cevap vermezse, alıcı olan idarenin Danıştay’a başvurması gerekir. Danıştay bu konuyu kesin karara bağlar.
Danıştay’ın devre ilişkin kararının akabinde bedelde anlaşma sağlanamaz ise, alıcı idarenin kamulaştırma kanunu 10. maddesi uyarınca bedel tespiti için mahkemeye başvurması gerekir.
Kamulaştırma kanunu 30. maddesi uyarınca devir alınan taşınmaz mal, kaynak veya irtifak hakkı, sahibinden kamulaştırma yolu ile alınmış sayılır ve devir amacı veya devreden idarenin izni dışında başkaca bir kamusal amaçla kullanılmasına izin verilmemektedir. Bu hükme aykırı olarak kullanılması halinde devreden idare, Kamulaştırma kanununun 23 üncü maddesine göre taşınmaz malı geri alabilir.
kamulaştırma hukuku kamulaştırma davası, kamulaştırma avukatı..
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Sağlık hukukunda malpraktis davalarının anlaşılabilmesi için, endikasyon, komlikasyon, malpraktis kavramlarının da anlaşılması gerekmektedir.
MALPRAKTİS NEDİR?
Malpraktis kısaca hatalı hekim uygulaması, doktor hatası olarak tanımlanabilir. Hekimin teşhis, tedavi veya tıbbi müdahale sırasında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışları sonucunda malpraktis ortaya çıkabilmektedir.
ENDİKASYON NEDİR?
Tibbi müdahalenin yapılabilmesi için tıbbi gereklilik şarttır. Aksi halde tıbbi müdahale hukuka aykırı olur ve hukuki sorumluluk doğurur. Endikasyon kısaca, tıbbi müdahalenin yapılabilmesi için gerekli olan gerekçedir. Endikasyon kavramının hekim veya hasta tarafından genişletildiği görülmektedir.
Endikasyonun türleri vardır. Tıbbi endikasyon, tıbben gerekliliktir. Bir tıbbi müdahalenin yapılabilmesi için tıbben bir gereklilik bulunmaktadır. Örneğin kalp yetmezliği yaşayan bir hastaya kalp pili takılması için yapılacak tıbbi müdahalede tıbbi endikasyon bulunmaktadır.
Sosyal endikasyon ise, tıbben bir gereklilik olmamasına rağmen, sosyal gerekçelerle bir tıbbi müdahalenin gerekli ve hukuka uygun görülmesi halidir.Bu duruma örnek olarak islam toplumlarında sünnet geleneği örnek gösterilebilir.
Bir de psikolojik endikasyon türü vardır ki, bu duruma da estetik operasyonları örnek gösterilebilir. LüKişinin kendisini psikolojik olarak daha iyi hissedebilmek için, sözkonsu tıbbi müdahaleye gereklilik duymasıdır. Hukukumuz estetik müdahalelere de bu gerekçe ile izin vermektedir.
Bahsetmiş olduğumuz endikasyon türlerinden birinin bulunmaması halinde, tıbbi müdahale hukuka uygun olamaz. Bu durumda da malpraktis davaları gündeme gelecektir. Malpraktis davalarında sağlık hukuku avukatı malpraktis davası avukatının desteği önem taşımaktadır.
KOMPLİKASYON NEDİR?
Komplikasyon Yargıtay kararlarındaki tanımı ile; tıbbi girişim sırasında öngörülmeyen, öngörülse bile önlenemeyen durum, istenmeyen sonuçtur. Komplikasyon ile malpraktis kavramlarınını birbirinden ayrılması önem taşımaktadır. Zira bu ayrıma göre kusurdan, hukuka aykırılıktan ve tazminat davasından söz edilebilecektir.
Hekimin tıbbi müdahale sırasında gerekli özen ve dikkat yükümünü yerine getirmiş olması, gerekli önlemleri almış olmasına rağmen istenmeyen sonucu önleyememiş olması halinde hekimin kusurlu olduğu söylenmez. Bu durum bir komlikasyon olarak kabul edilir ve hukuki sorumluluk doğmaz.
Malpraktis davaları ise bir kusur sorumluluğudur. Malpraktis davası ile hekimin, hastanenin veya idarenin sorumluluğuna gidilebilmesi için bir kusur sorumluluğu olmalıdır. Hekimin teşhis, tedavi ve tıbbi müdahale esnasında gerekli önlemleri almamış olması, dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmemesi maddi ve manevi tazminat olarak sorumluluğun yanında, hekimin cezai sorumluluğunu da gündeme getirecektir.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
13/2/2011 tarihli 6111 sayılı kanunla Karayolları Trafik Kanunu 98.maddesinde yapılan değişiklik ile birlikte, trafik kazalarından kaynaklanan tedavi giderleri SGK’nın sorumluluğuna girmiştir.İlgili madde fıkrası şu şekildedir;
“Trafik kazaları sebebiyle üniversitelere bağlı hastaneler ve diğer bütün resmî ve özel sağlık kurum ve kuruluşlarının sundukları sağlık hizmet bedelleri, kazazedenin sosyal güvencesi olup olmadığına bakılmaksızın genel sağlık sigortalısı sayılanlar için belirlenen sağlık hizmeti geri ödeme usul ve esasları çerçevesinde Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanır.”
SGK’nın sorumluluğunda olması için, tedavi giderlerinin belgeli olması gerekmektedir. Belgesiz olan tedavi giderlerinden sigorta şirketinin de, işleten ve sürücünün de sorumlulukları devam etmektedir. Bu sebeple; trafik kazası sebebiyle açılacak tazminat davalarında, alacak kalemlerinden SGK’nın sorumluluğunda olanları sağlıklı bir şekilde ayırt etmek önem taşımaktadır. Sigorta şirketinin, işletenin ve sürücünün belgesiz tedavi giderleri dışında, diğer maddi ve manevi zararlardan sorumluluğu devam etmektedir. Sigorta poliçesinde manevi tazminat klozu bulunmuyorsa, bu zarardan işleten ve sürücü sorumlu olacak, sigorta şirketinin sorumluluğu doğmayacaktır.
Trafik kazası sebebiyle uğranılan zararların tazmini için, tazminat hukukunda uzman bir avukat desteği alınmasında fayda vardır.
Trafik kazası sebebiyle tazminat davaları hakkında..
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Belediye spor kulüpleri ile belediye arasında doğrudan organik bağ bulunduğu kabul edilmektedir. Aralarında organik bağ olan tüzel kişiler birbirlerinin borçlarından bizzat sorumludur. Yani bir tüzel kişiden tahsil edilemeyen alacak, aralarında organik bağ olduğu ispat edilen diğer tüzel kişiden de talep edilebilmektedir. Ödenmeyen sporcu alacaklarının belediye spor kulübünün tüzel kişiliğinin sona ermesi halinde, kimden talep edilebileceği sorunu ortaya çıkmaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 27.06.2018 tarihli kararı ile, belediye spor kulüpleri ile belediye arasında organik bağ bulunduğunu, dolayısıyla spor kulübünün ödemediği sporcu alacağından belediyenin de sorumlu olduğunu belirtmiştir.
“Spor kulübü iktisadi işletmesi Çankaya Belediye Başkanlığına ait olup, davalı spor kulübü de diğer davalı … Başkanlığının denetiminde kurulmuştur. Spor kulübünün işletilmesi ve yönetimi belediye başkanlığının tasarrufundadır. Bu nedenle … ile … Derneği arasında organik bağ bulunduğu anlaşılmakta olup, sözleşmede kararlaştırılan ücretin ödenmesinden davalı belediyenin de sorumlu olduğunun kabulü gerekir.”
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun vermiş olduğu kararda, olay her ne kadar sporcu alacağına ilişkin olsa da, belediye spor kulüpleri ile belediye arasında organik bağ bulunduğu kabul edilmiştir. Bu tespit spor kulüplerinin tüm borçları açısından belediyelerin bizzat sorumluluğuna gidilebileceğini göstermektedir. Hukuk Genel Kurulu Kararı bu yönüyle de önem taşımaktadır.
İlgili davada ilk derece mahkemesi ‘belediye başkanlığının sorumlu olmayacağı ve davanın reddi’ yönünde karar vermesi üzerine, karar temyiz edilmiştir. Yargıtay ilgili dairesi spor hukuku ve sporcu alacakları bakımından örnek teşkil edecek biçimde belediye spor kulüpleri ile belediye başkanlığının arasında organik bağ bulunduğuna, dolayısıyla belediyenin de ödenmeyen sporcu alacağından sorumlu olacağına kara vererek yerel mahkeme kararını bozmuştur. Yerel mahkemenin direnme kararı vermesi üzerine, dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önüne gelmiş ve kurul da Yargıtay ilgili dairesi kararı doğrultusunda ‘belediye spor kulüpleri ile belediye arasında organik bağ bulunduğu’ yönünde önemli bir karar vermiştir. Bu karar spor hukuku ve spor kulüplerinden tahsil edilemeyen sporcu alacaklarının tahsili açısından emsal teşkil edecek önemli bir karardır.
Arabulucu Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
İlgili davalarda spor avukatı spor hukuku avukatı ile birlikte çalışılmasını tavsiye deriz.
Zamanaşımı Türk Borçlar Kanununda 141 ile 161. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Türk Borçlar Kanunu zamanaşımı süresini bazı durumlar için 5 yıl, bazı durumlar içinse 10 yıl olarak düzenlemiştir. Farklı durumlar için ayrıca zamanaşımı süreleri de belirtilmiştir. Örneğin haksız fiil sebebiyle açılacak davalarda 2 yıllık zamanaşımı süresi sözkonusudur. Sigorta şirketine karşı dava, trafik kazası ve sigorta poliçesine istinaden açılacak davalarda sigorta hukuku ve karayolları trafik kanunu hükümleri uyarınca 2 yıllık zamanaşımı süresi geçerli olmaktadır.
Bir alacağın zamanaşımına uğraması o alacağı sona erdirmez, yalnızca borçluya defi hakkı verir. Yani borçlunun ödemekten kaçınması halinde alacaklının dava hakkı olmamaktadır. Ancak; borçlu borcunun zamanaşımına uğradığını bilmeksizin eskaza borcunu ödemişse de, ödemiş olduğunu geri isteyemeyecektir.
Kanun belirli hallerde zamanaşımı süresinin duracağını, belirli hallerde zamanaşımı süresinin kesileceğini düzenlemiştir.
Zamanaşımını durduran sebepler TBK’nun 153. maddesinde düzenlenmiştir. Bu sebeplerden birinin varlığı halinde süre hiç başlamaz, başlamışsa da durur. Zamanaşımını durduran sebebin ortadan kalkması halinde ise, kaldığı yerden devam eder. Yani süre baştan işlemez, yalnızca duraklamış olur.
Zamanaşımı süresini kesen haller TBK’nun 154. maddesinde düzenlenmiştir. Zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde zamanaşımı süresi en baştan işlemeye başlayacaktır.
TBK 154 maddesi uyarınca;
Mal rejimi davası 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir, 10 yıllık zamanaşımı süresi boşanma kararının kesinleştiği tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır. Bu sebeple; boşanma kararının kesinleşmesinden 10 yıl geçtikten sonra açılan mal rejimi tasfiyesine ilişkin dava zamanaşımı itirazına uğraması halinde reddedilmektedir.
Mal rejimi davalarında zamanaşımının durması : https://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/11/28/mal-rejimi-davasinda-zamanasimi-ne-kadardir-bosanma-davasindan-ne-kadar-zaman-sonra-acilmasi-gerekir/
Avukatlık ve hukuki danışmanlık : https://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Kentsel dönüşüm, kısaca kentsel dönüşüm kanunu olarak bilinen 6306 saylı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile düzenlenmiştir.
Bu kanun uyarınca açılacak kentsel dönüşüm davaları nelerdir? Kentsel dönüşüm hukuku kapsamında neler yapılabilir? Kentsel dönüşüm uzmanı kentsel dönüşüm avukatından destek alınmalı mıdır?
Kentsel dönüşüm işlemlerinin uygulanabilmesi için öncelikle riskli yapı veya risli alan kararı olmalıdır.
Riskli alan kararı, kanundaki tanımı ile; ‘zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığı Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılan alana ilişkin karardır. Yani Cumhurbaşkanı kararıdır. Böyle bir kararın devleti temsil eden bir kişinin verilmesi her ne kadar hukuk mantığı ile örtüşmüyorsa da kanunun düzenlenmesi bu şekildedir.
Riskli yapı tespiti ise, sadece bir yapıya ilişkin karardır. Bakanlık, riskli yapıların tespitini süre vererek maliklerden veya kanuni temsilcilerinden isteyebilir. Verilen süre içinde yaptırılmadığı takdirde, tespitler Bakanlıkça veya İdarece yapılır veya yaptırılır.
Risli yapı tespiti ile riskli alan tespiti kararları ve raporlarına karşı itiraz edilebilir. İtiraz hakkı yapı malikine aittir, kiracı veya ipotek hakkı sahibinin böyle bir hakkı bulunmamaktadır.
Riskli yapı tespitine karşı, tebliğden itibaren 15 gün içinde taşınmazın bulunduğu yer Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü’ne itiraz edilebilir. İtiraz ile sonuç alınamaması halinde iptal davası açılabilmesi mümkündür.
Kentsel dönüşüm hukuku kapsamında kentsel dönüşüm davası açılabilir. Kanunun 6. maddesinin 9. fıkrasında ; ‘Bu Kanun uyarınca tesis edilen idari işlemlere karşı tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilir.’ denilerek kanun kapsamında yapılan her türlü idari işleme karşı dava açılabileceği belirtilmiştir. Bu davaların açılmasında kentsel dönüşüm avukatı ile beraber çalışılması gerekmektedir, zira yapılacak bir usuli hata tarafların mağduriyetine yol açabilmektedir.
Riskli alan kararına karşı da iptal davası açılabilmesi mümkündür. Riskli alan kararının iptali de idari yargı alanına girmektedir.
İptal davalarının 30 gün içinde açılması gerekmektedir. Ancak, riskli alan kararına karşı Resmî Gazete’de yayımlandığı tarihinden itibaren dava açılabilir.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Kamulaştırma işlemi bir idari işlemdir ve idarelerin yapmakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin yürütülebilmesi için gerekli olan özel mülkiyete tabi bir taşınmazın kamulaştırılması mümkündür.
Kamulaştırma işleminin yapılabilmesi için öncelikle, bir kamu yararı söz konusu olmalı ve bu konuda kamu yararı kararı alınmış olmalıdır. Kamu yararı kararını verebilecek merciler Kamulaştırma Kanunu’nun 5. maddesi ile belirlenmiştir. Kamu yararı kararı verilmeksizin yapılan kamulaştırma işlemi hukuka aykırılık teşkil eder ve idari yargıda iptaline karar verilmesi mümkündür. Kamulaştırma kanunu m.5 te sayılan merciiler dışında yetkisiz bir mercii tarafından verilen kamu yararı kararı da usule aykırıdır. Bu konuda kamulaştırma hukuku uzmanı bir kamulaştırma avukatı ile beraber çalışılması kamulaştırma işleminin iptali davası yönünden önemlidir. Çünkü doğru bir hukuki yol izlenilmesi halinde usule aykırı olarak verilen kamulaştırma kararının iptal edilmesi mümkündür.
Kamulaştırma işlemi yapılmadan önce satın alma usulünün uygulanması gerekmektedir. Kamu yararı kararı verilen taşınmazın maliki ile, kamulaştırma işlemi yapmak isteyen idarenin yetkilendirdiği 3 kişiden oluşan uzlaşma komisyonu uzlaşma görüşmeleri yapılır. Bedelde anlaşılamaması halinde idare mahkemeye başvurarak taşınmaz malın kamulaştırma bedelinin tespitiyle, bu bedelin peşin veya kamulaştırma 3 üncü maddenin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise taksitle ödenmesi karşılığında, idare adına tesciline karar verilmesini ister.
Mahkeme tarafından ilk duruşmada sulhe davet yapılır ve tarafların sulh olma ihtimali varsa süreverilebilir. Sulh olmama yani uzlaşma imkanı olmaması halinde mahkeme kamulaştırma işlemine konu olan taşınmazın bedelinin tespiti amacıyla bir keşif günü verir. Bilirkişi heyeti ile beraber keşif yapılır ve bilirkişi heyeti tarafından hazırlanarak mahkemeye sunulan rapor ile taşınmazın değeri tespit edilir. Taşınmazın değerinin tespit edildiği bilirkişi raporuna itiraz edilebilir, itiraz edilen hususlarda belgeler itiraz dilekçesi ile beraber mahkemeye sunulabilir. Mahkeme itirazları yerinde bulursa yeniden bir keşif günü verebilir.
Kamulaştırma işlemlerinin yetki, şekil, sebep ve amaç unsurlarının her biri yönünden hukuka uygun olması gerekmektedir, bu unsurlardan birinde hukuka aykırılık bulunması halinde kamulaştırma işleminin iptali davası açılması ve kamulaştırmanın iptal edilmesi mümkündür. Kamulaştırma kararı bir idari işlem olduğu için, iptal davasının da idari yargıda açılması gerekmektedir. Bu bağlamda kamulaştırma davası yani kamulaştırma kararına karşı dava açılmak isteniyorsa kamulaştırma hukuku uzmanı kamulaştırma avukatının yeri önemlidir. Çünkü usuli bir hata yapılması hak kayıplarına, zararlara yol açabilmektedir. Bu sebeple kamulaştırma hukuku uzmanı bir kamulaştırma avukatı ile çalışılmasını tavsiye ederiz.
Trafik kazası sebebiyle sigorta şirketine yapılan başvuru ve tüm evrakların teslimine rağmen, sigorta şirketi ödeme yapmamış ise, trafik kazası sebebiyle zarar görenin sigorta tahkim komisyonuna başvurması veya sigorta şirketine karşı dava açması gerekmektedir.
Sigorta hususu Türk Ticaret Kanunu hükümlerinde düzenlenmiş olmakla (sigorta hukuku), aynı kanunun 4/1-a maddesinde tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın, TTK ‘da öngörülen hususlardan doğan hukuk davalarının ticari dava sayılacağı düzenlenmiştir. Bu sebeple; sigorta şirketine karşı trafik kazasından doğan zararların tazmini talebi ile sigorta poliçesine istinaden açılacak davalarda Ticaret Mahkemeleri görevlidir.
7155 sayılı kanunile TTK’ya eklnen 5/A maddesi ile ticari davalarda da arabuluculuk dava şartı olarak getirilmiştir. Yani parasal taleplerle açılacak ticari bir dava söz konusu ise, dava açmadan önce arabulucuya başvurulmuş ve sonuçlandırılmış olması gerekmektedir.
Sigorta şirketine karşı açılacak davalar da ticari dava olduğu için, sigorta şirketine karşı dava açmadan önce arabulucuya başvurulmuş ve arabuluculuk müzakerelerinin sonuçlandırılmış olması gerekmektedir.
Sigorta tahkim komisyonuna başvurunun mümkün olması ve bu yolun tercihi halinde, arabuluculuğa başvuru zorunluluğu yoktur.
Trafik kazası sebebiyle maddi ve manevi zararların tazmini sebebiyle dava açılmak istenmesi halinde sigorta hukuku uzmanı bir tazminat avukat ve sigorta avukat ile beraber çalışılmasını, hukuki destek alınmasını tavsiye ederim.
Avukat Fatma Tuğçe Bilgin
Ümraniyede avukat ile görüşmek için randevu alabilirsiniz.
Ergin olmayan çocuk anne ve babasının velayeti altındadır. Anne ve babanın evli olduğu hallerde velayet eşler tarafından birlikte kullanılır, çocuk anne ve babanın birlikte velayeti altındadır. Eğer anne ve baba evli değilse velayet anneye aittir. Anne veya babanın ölümü halinde ise velayet sağ kalan diğer eşe kalır.
Eşler yani anne ve baba ortak hayatı devam ettirmiyorlarsa, ayrılık veya boşanma davası söz konusu ise hakim velayeti eşlerden birine verebilmektedir. Bu durumlarda velayet kendisine verilmeyen eş lehine de çocukla belirli gün ve saatlerde kişisel ilişki kurulmasına karar verilmektedir.
Velayet davası nedir?
Velayet davası, çocuğun velayeti kendisinde olmayan eş tarafından, velayetin kendisine verilmesi istemi ile aile mahkemelerinde açılan bir aile hukuku davasıdır.
Velayetin değiştirilmesi davası ve velayetin değiştirilmesi nedenleri :
Velayetin değiştirilmesi durumu Türk Medeni Kanunu m183’te düzenelenmiştir.
Durumun değişmesi Madde 183- “Ana veya babanın başkasıyla evlenmesi, başka bir yere gitmesi veya ölmesi gibi yeni olguların zorunlu kılması hâlinde hâkim, re’sen veya ana ve babadan birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alır”
Velayetin mahkeme kararı ile anne veya babadan birine verilmesinden sonra, koşullarda değişiklik olursa TMK 183 hükmü uyarınca velayetin değiştirilmesi talep edilebilecektir.
Velayet kendisinde olan anne veya babanın başkası ile evlenmesi, velayet görevinin aksatılması, kişisel ilişki tesisinin engellenmesi, çocuğun velayet sahibinden başka bir 3. kişiye bırakılmış olması, çocuğa iyi bakılmaması, hastalık ahlak vs. gibi çocuğun menfaatinin gerektirdiği durumlarda eşlerden birinin istemi üzerine mahkeme tarafından velayetin değiştirilmesine karar verilebilmektedir.
Velayetin değiştirilmesi ve boşanma davalarında velayetin tesisine ilişkin kararlarda idrak çağında bulunan çocuğun da görüşünün dinlenmesi, menfaatine aykırı olmadıkça çocuğun isteğinin de dikkate alınması gerekir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin 12. maddesi:
“Taraf Devletler, görüşlerini oluşturma yeteneğine sahip çocuğun kendini ilgilendiren her konuda görüşlerini serbestçe ifade etme hakkını bu görüşlere çocuğun yaşı ve olgunluk derecesine uygun olarak, gereken özen gösterilmek suretiyle tanırlar. Bu amaçla, çocuğu etkileyen herhangi bir adli veya idari kovuşturmada çocuğun ya doğrudan doğruya veya bir temsilci ya da uygun bir makam yoluyla dinlenilmesi fırsatı, ulusal yasanın usule ilişkin kurallarına uygun olarak çocuğa, özellikle sağlanacaktır.”
“Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: 26.01.2006 doğumlu müşterek çocuğun velayeti konusunda mahkeme huzurunda bizzat görüşüne başvurulmasının gerekip gerekmediği, burada varılacak sonuca göre uzman tarafından alınan beyanın yeterli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. ..
..Somut olayda, velayetinin değiştirilmesi talep edilen müşterek çocuk Efe, dava tarihinde 8, karar tarihinde 10, bozma kararının verildiği tarihte ise 12 yaşında olup, müşterek çocuk davanın tüm aşamalarında idrak çağındadır. İdrak çağında olan müşterek çocuğun uzmanlar tarafından alınan beyanında hem annesi hem de babası ile olmak istediğini ifade ettiği, herhangi bir tercihte bulunmadığı belirtilmiştir. 17.06.2015 tarihli raporun sonuç kısmında da küçüğün kendi arzu ve isteklerini belirleyebilecek, bunları ifade edebilecek olgunlukta olduğu, bu nedenle çocuğun beyanlarının dikkate alınması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca dosya içerisinde bulunan ve çocuğun devam ettiği okulda görevli olan rehber öğretmen tarafından tutulan 01.06.2015 tarihli raporda da, küçüğün içe dönük ve dalgın olduğu, konuşurken bacaklarını salladığı, sorulan sorulara “hı hı” gibi net olmayan, kolayca değiştirilebilen çelişkili cevaplar verdiği hususları dile getirilmiştir. Kaldı ki, dava tarihinden itibaren küçüğün yaşadığı veya yaşamak istediği ortamı değerlendirmesine imkân verecek, dolayısıyla velayeti konusunda görüşünün alınmasını gerektirecek ölçüde uzun süre geçtiği de görülmektedir…
..
Açıklanan nedenlerle mahkemece yapılacak iş; yeterli idrak gücüne sahip olduğu kabul edilen çocuğa, kendisini doğrudan ilgilendiren velayet konusunda danışılarak, görüşünü gerekçeleriyle birlikte ifade etme olanağınınx sağlanması; ifade edeceği bu görüşün, çocuğun kendi çıkarına ters düşmediği takdirde, buna önem verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi olmalıdır.
O hâlde, aynı hususlara işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
Aile hukuku 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunumuzun ikinci kitabı olarak düzenlenen bir alandır. Nişanlanma, evlenme, boşanma, velayet, nafaka, mal rejimleri, soy bağı, evlat edinme, vasi atama vs. aile hukuku kapsamına giren önemli konular bu başlık altında aile hukuku olarak Medeni Kanun’da düzenlenmiştir.
Boşanma davaları Medeni Kanunun 161 ile 184. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Boşanma sebepleri özel ve genel boşanma sebepleri olarak ikiye ayrılmaktadır.
Özel boşanma sebepleri; zina(TMK 161), Hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış (TMK 162), Suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme (TMK163), Terk (TMK 164), Akıl Hastalığı (TMK 165) olarak sayılmıştır.
Genel boşanma sebebi ise TMK’nun 166. maddesinde Evlilik birliğinin temelinden sarsılması olarak düzenlenmiştir. Bu hüküm halk arasında şiddetli geçimsizlik olarak da bilinmekte ve TMK 166. maddesine istinaden boşanma davası açılabilmektedir.
Boşanma davaları çekişmeli boşanma ve anlaşmalı boşanma olarak ikiye ayrılabilir. Anlaşmalı boşanma eşlerin boşanmaya bağlı bütün hususlarda (nafaka, tazminat, velayet, mal paylaşımı) anlaşmaya varması halinde mümkündür. Anlaşmalı olarak boşanma için evliliğin en az 1 yıl sürmüş olması gerekmektedir.
Çekişmeli boşanma tarafların boşanmaya bağlı tüm hususlarda anlaşmaya varamadığı hallerde söz konusu olur. Bir boşanma davasının çekişmeli olarak açıldıktan sonra da anlaşmaya varılması halinde anlaşmalı boşanma olarak kısa sürede sonuçlandırılması mümkündür.
http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/06/26/anlasmali-bosanmanin-cekismeli-hale-gelmesi/
Çekişmeli boşanmanın Türk Medeni Kanununda düzenlenen hangi boşanma sebebine dayandığı önemlidir. Zira; her boşanma sebebi farklı prosedür ve koşullara tabidir.
Boşanma sebepleri ;
Boşanma davaları yukarıda belirtmiş olduğumuz boşanma sebeplerinden birine dayanmak zorundadır. Özel boşanma sebeplerinden birinin gerçekleşmemesi halinde genel boşanma sebebine dayanılarak boşanma davası açılabilmektedir. Birden fazla özel sebebin gerçekleşmiş olması halinde birden fazla hukuki sebebe dayanılarak boşanma davası açılması mümkündür.
En iyi seçenek ise gerçekleşmiş olan özel boşanma sebebinin yanında genel boşanma sebebi olan evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebine de dayanılmasıdır. Zira özel boşanma sebebinin ispatlanamaması yahut da özel şartlarının tamamıyla gerçekleşmemiş olması halinde mahkeme boşanma davasının reddine karar vermektedir. Oysa aynı zamanda TMK 166. maddesine istinaden de boşanma talep edilmişse ve mahkemede bu hususta bir kanaat oluşmuş ise, özel sebebin ispatlanamaması halinde de boşanmaya karar verilebilmektedir. Boşanma avukatı boşanma davasının hangi hukuki sebebe dayanılacağını belirler.
Tapu iptal ve tescil davalarına halk arasında kısaca tapu davası denilmektedir. Tapu iptal ve ve tescil davası nedir, hukuki sonuçları nelerdir? Tapu iptal ve tescil davası, Türk Medeni Kanununda düzenlenmiştir. Tapu davası , tapu üzerinde gerçekten hak sahibi olup da, tapu tescilinin başkası adına yapılmış olması halinde açılabilen davalardır.
TAPU İPTAL DAVASI NEDİR?
Tapu davası, mahkemede tapuya yapılan tescilin haksız ve yolsuz olduğu gerekçesiyle iptal ve tescil talebi ile açılan davalardır. Tapu davaları gayrimenkuller hakkında açılabilen davalardır, bu sebeple bu davalarda mutlaka gayrimenkul hukukuna hakim gayrimenkul avukatından destek alınmalıdır.
TAPU İPTAL DAVALARI HANGİ HUKUKİ SEBEPLERLE AÇILABİLİR?
Tapu davası yani tapu iptal davaları hangi durumlarda hangi nedenlerle açılabilir? Kanun tapu davası açılabilmesi için hukuki sebepleri sınırlı olarak düzenlemiştir. Bunlar;
Belirtmiş olduğumuz bu sebeplerden birinin varlığı halinde tapu davasının açılması mümkündür. Bu davaların görülmesinde gayrimenkul hukuku alanında uzman gayrimenkul avukat ile beraber çalışılmalıdır. İstanbul’da avukat arayanlar bizimle iletişime geçebilirler.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ümraniyede avukat İstanbulda avukat arayan kişiler gayrimenkul avukat Avukat Fatma Tuğçe Bilgin ile iletişim kurunuz.
Sporcuların spor kulübünden olan alacaklarını alamaması halinde hukuki yollara başvurması gerekebilir. Sporcu hangi kanun hükümlerine tabidir, hangi hukuki yollara başvurması gerekmektedir? Bu sorular spor hukuku kapsamına giren, bu bağlamda değerlendirilmesi gereken konulardır.
İş Kanunu’nun 4. maddesi düzenlemesine göre sporcular iş kanunu kapsamı dışındadır. Bu düzenleme, spora ilişkin görev yapan diğer kişilerin de (antrenör, idareci, teknik direktör vs. spor adamları) bu kapsama girip girmediği, spor kulübü tarafından ödenmeyen alacaklarının tahsili için hangi hukuki yola başvurması gerektiği, dava açması halinde hangi mahkemelerin görevli olacağı konusu merak edilmiş, uzun bir dönem tartışmalı kalmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 23.05.1960 tarihli kararına kadar bu konu muğlaklığını korumuş, ihtilaflı kararlar verilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23.05.1960 tarihli kararında“sporcuların bu kanun kapsamı dışında kalmasının sadece sporcular için geçerli olduğunu, antrenörleri kapsamayacağını” berlitmiş ve bu konudaki tartışmaya son vermiştir.
Sporcuların İş Kanunu kapsamına girmediği, yani spor kukübünden olan alacakları için İş Mahkemelerinde dava açamayacakları açıktır. Sporcu ve kulüp arasındaki sözleşmeler, hizmet sözleşmesi olarak tanımlanmaktadır. Hizmet sözleşmesi, işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle iş görmeyi ve işverenin de ona zaman veya yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. İşçinin, işverene bir hizmeti kısmi süreli olarak düzenli biçimde yerine getirmeyi üstlendiği sözleşmeler de hizmet sözleşmesidir.(TBK.m.393/1). Bu kapsamda; sporcuların spor kulübünden olan hak ve alacakları hakkında açacakları davalarda Asliye Hukuk Mahkemeleri görevli olmaktadır.
Spor kulüplerinde ücret karşılığı çalışan antrenör, masör, teknik direktör veya idareci gibi sporcu dışındaki diğer kişilerin İş Kanunu’na tabi olduğu, dolayısıyla kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti gibi ödenmeyen alacakları için İş Mahkemelerinde dava açabilecekleri Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1960 tarihli kararı sonrasında yerleşik içtihatlarda da kabul edilmiştir. Zira; bu kişilerle spor kulübü arasında işçi-işveren ilişkisi bulunduğu kabul edilmektedir. İstisnai kararlar bulunmakla beraber, genel kabul bu yöndedir.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 2010/45651 E. , 2010/35814 K. , 02.12.2010 tarihli kararı; “Davacı ,kıdem ve ihbar tazminatı alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.. İster özel hakem ister genel mahkemede görülsün sporcu ile kulüp arasında alacaklarla ilgili uyuşmazlıkta iş kanunu hükümlerinin uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Ancak antrenör, teknik direktör, idareci, masör ve benzeri elemanlar ile kulüpleri arasında çıkan uyuşmazlıklarda, bağlı bulundukları federasyonun özel hükümleri dışında iş kanunu hükümlerinin uygulanmasına engel bir durum yoktur. Davacının voleybol antrenörü olarak çalıştığı anlaşılmaktadır. Doğrudan aktif spor yapmayan, sporcuyu aktif spor yapması için hazırlayan antrenörün İş Kanunu kapsamında işçi olarak kabul edilmesi gerekmektedir..”
Sporcuların kulüpten olan alacakları hakkında Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin, sporcu dışındaki diğer spor kulübü çalışanlarının alacaklarında ise İş Mahkemeleri’nin görevli olduğunu belirttik. Ancak; ülkemizde tamamen ayrı bir statüye, ayrıcalığa ve dolayısıyla da mevzuata sahip olan Futbol’da ise; yukarıda belirtmiş olduğumuz kurallar Anayasa Mahkemesinin bu konudaki kararına kadar geçerli değildi. Türkiye Futbol Federasyonu’nun 55. ve 56. maddeleri ile düzenlenen Uyuşmazlık Çözüm Kurulu spor kulübü ile sporcu, antrenör, menajer ve teknik adamlar arasında doğan futbolla ilgili tüm uyuşmazlıklarda münhasır olarak yetkili kılınmış, üst mercii olarak da Tahkim Kurulu yetkilendirilmişti. TFF Uyuşmazlık Çözüm Kurulu 11.07.2015 tarihinden itibaren her türlü uyuşmazlıkta tek yetkili kurum haline getirilmişti. Bu sebeple; futbol uyuşmazlıklarının çözümünde Adli Mahkemelerde dava açılması mümkün değildi.
Anayasa Mahkemesi 18/01/2018 tarihinde TFF Kuruluş Ve Görevleri Hakkında Kanununun 5. maddesinin 2. fıkrasını iptali etmiştir. Bu hüküm gereği futboldan kaynaklı tüm uyuşmazlıklar
TFF hukuk kurullrı ve tahkimi münhasır yetkili kılıyordu. Anayasa Mahkemesinin bu kararı, bir lisanslı futbol temsilcisi ile bir futbol kulübü arasında imzalanan “futbolcu temsilcisi sözleşmesi” uyarınca kulübün ödemesi gereken ücreti ödemediği gerekçesiyle, futbol temsilcisinin adli mahkemelere başvurması üzerine verilen bir karardır. (Bu karar ayrıca başka bir yazımızda değerlendirilecektir.)
Zorunlu tahkimin hukuki dayanağı Anayasa’nın 59. maddesidir. Bu maddede zorunlu tahkimin yalnızca ‘Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı başvurularda’ geçeçrli olduğunu belirtmiştir. Yani, sportif faaliyetlerden kaynaklanan her türlü uyuşmazlıkta spor tahkiminin zorunlu kılınmasının anayasal anlamda dayanağı yoktur. Yargı anayasal bir haktır, bu sebeple spor kulübü ile sporcu veya diğer spor adamlarının arasındaki uyuşmazlığın çözümünde tahkimi ve federasyonun hukuk kurullarını münhasır yetkili kılan düzenleme de bu anayasal hakkı ihlal etmektedir.
Ay.m.59/2“Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı ancak zorunlu tahkim yoluna başvurulabilir. Tahkim kurulu kararları kesin olup bu kararlara karşı hiçbir yargı merciine başvurulamaz.”
Bu karar sonrasında futbolda da ‘Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlar’ dışındaki uyuşmazlıklarda yargıya başvurmak mümkün hale gelmiştir.
Ülkemizde en popüler spor olması ve profesyonel kabul edilen tek branş olması sebebiyle Futbol hakkında verilne bu kararın, diğer spor federasyonlarının düzenlmelerine de örnek teşkil edeceği düşüncesindeyim.
Yukarıda belirtmiş olduğum üzere; sporcuların Asliye Hukuk Mahkemelerinde, diğer kulüp çalışanlarının ise İş Mahkemelerinde dava açabilmeleri genel bir kuraldır. Bu kuralın istisnası spor kulübünün bağlı olduğu federasyonun ana statüsü ile düzenlenmiş olabilir. Belirtmiş olduğumuz Anayasa Mahkemesinin kararı yalnızca futbol uyuşmazlıkları için verilmiş bir karardır. Bu sebeple; adli mahkemelerde dava açılmadan önce, spor kulübünün bağlı olduğu federasyonun ana statüsünde, uyuşmazlık çözüm kurulu bulunup bulunmadığı ve yetki kapsamına girip girmediğine bakılmasında fayda vardır.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Sporcu hakları spor avukat için iletişime geçiniz.
Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi (CAS) Trabzonspor kulübünün başvurusunu uyuşmazlığın tarafı olmadığı gerekçesi ile reddetti. Trabzonspor Kulübünün Cas’a yaptığı başvuru konusu, 2010/2011 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe spor kulübünün şike skandalları ile başlayıp, uzun süreli bir hukuk mücadelesinin ardından Cas’ın red kararı ile sonuçlandı.
2010/2011 Türkiye Futbol Süper Liginde Fenerbahçe şampiyon, Trabzonspor kulübü ise ikinci olmuştu. Devam eden süreçte Fenerbahçe spor kulübünde şike olayları ortaya çıkmış ve gündem oluşturmuştu. TFF tarafından Fenerbahçe spor kulübü yöneticilerinin şike eylemleri kişisel değerlendirilmiş ve kulüple ilişkilendirilmemişti.
2010/2011 sezonu Süper Ligde 2. olan Trabzon spor kulübü TFF’nin kararı üzerine sırasıyla FIFA Disiplin Kuruluna ve Temyiz kuruluna başvuru yapmış, şike olayları sebebiyle Fenerbahçe’nin küme düşürülmesini ve şampiyonluğun Trabzonspor kulübüne verilmesini talep etmişti. Trabzonspor kulübü, bu başvuruları sonucunda FIFA bilgilendirme mektupları ile, ilk derece makamı önündeki uyuşmazlıkta taraf olmadığı (uyuşmazlığın TFF ve Fenerbahçe spor kulübü arasında olduğu) hakkında bilgilendirilmişti.
FIFA’ya yaptığı başvurudan sonuç alamayan Trabzonspor kulübü CAS’a başvuru yapmış ancak, CAS da yine FIFA’nın kararına atıf yaparak ‘taraf olmadığı’ gerekçesiyle başvurunun reddine karar vermiştir.
Kararın orijinaline https://www.tas-cas.org/en/general-information/news-detail/article/cas-dismisses-the-appeal-of-turkish-football-club-trabzonspor-kuluebue-dernegi-2.html web sitesinden ulaşabilirsiniz.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Spor avukat ile iletişime geçebilirsiniz.
Ülkemizde spor kulüplerinin iki şekilde, dernek veya şirket olarak kurulabilmesi mümkündür. Her iki durumda da spor kulübünün bir tüzel kişiliği ve hukuki ehliyeti bulunmaktadır. Ancak; spor kulüplerinin dernek veya şirket tüzel kişilğine sahip olması arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Zira; spor kulüplerinin şirketleşmesi ve şirket olarak kurulabilmesi sporun ekonomik bir araç, sermaye, ticaret konusu haline gelmesi ile hukukumuzda da yerini bulmuştur.
Dernek statüsünde kurulan spor kulüpleri Türk Medeni Kanunu’nda yer alan Dernekler hukuku düzenlemelerine, Dernekler Kanunu ve Yönetmeliğine tabidir. Dernekler, dolayısıyla spor kulüpleri de bir özel hukuk tüzel kişisidir.
Dernek statüsünde kurulan spor kulüpleri, bulundukları yerin en büyük mülki amirine kuruluş bildirgelerini verdikleri anda kurulurlar. Tüzel kişiliğin ve hukuki statünün kazanılması için devletin herhangi bir biriminin onayı söz konusu olmaz. Dernekler hukukunda kuruluş için geçerli olan bu sisteme, serbesti sistemi denilmektedir.
Türk Medeni Kanunu, derneğin tanımını “en az yedi kişinin kazanç paylaşma dışında belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları, tüzel kişiliğe sahip kişi toplulukları” olarak yapmış, derneğin kuruluş amacının ‘kazanç paylaşımı dışında’ olması gerektiğini vurgulamıştır.
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, spor faaliyetlerinde bulunmak üzere kurulan spor kulüplerinin kuruluş amaçları, kazanç olmamalıdır. Spor kulübünün kuruluş amacı, ekonomik çıkar gütmeksizin sportif faaliyetlerde bulunmaktır. Bu bağlamda spor kulüpleri sporcunun eğitiminin başladığı bir yapı olmakla, toplumda spor bilinci ve ahlakının geliştirilmesinde, dolayısıyla spor camiasına ve spor yönetimine de etki edecek bir rol üstlenmektedir. İşte bu roller, spor kulüplerinin edinmesi gereken nihai amaçlardır.
Hukuk sistemimizde profesyonel branşlara (futbol) sahip spor kulüplerinin kurulmuş veya sonradan kuracağı bir şirkete profesyonel branşlarını devretmesi, kiraya vermesi mümkündür. Yani profesyonel branşlara (futbol) sahip kulüpler ticari şirket statüsünde (A.Ş.) varlık gösterebilmektedir. Şirket statüsündeki spor kulüpleri Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabidir. Bunun yanında profesyonel olmayan branşların şirketleşmesi mümkün olmamaktadır. Bu branşlarda sportif faaliyetler yine dernek statüsü altında sürdürülebilir.
3289 Sayılı Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun m.24/3 – ‘Spor kulüpleri, profesyonel takımlarını, Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre kuracakları veya kurulmuş olan şirketlere devredebilirler veya profesyonel futbol takımlarını kiraya verebilirler.’
Spor kulüplerinin dernek veya şirket olarak yapılanmaları mümkünse de, dernek ve şirket kavramları arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. En belirgin fark ise; derneklerin kazanç paylaşımı amacı ile kurulması mümkün değilken, şirketlerin amacı kar elde etmektir, dolayısıyla ticari esaslara göre yönetilmektedir. Bu sebeple de şirket statüsünde kurulan spor kulüplerinin, sportif başarıyı ticari bir markaya dönüştürerek gelir elde etmeyi hedefledikleri görülmektedir. Şirketleşen spor kulüpleri ekonomik olarak güçlü olmakta, dolayısıyla daha iyi imkanlara sahip olabilmekte, kimi zaman aynı kulvarda yarışan daha küçük spor kulüpleri karşısında bir takım ayrıcalık ve tekellere sahip olabilmektedirler. Bu durum da avantajlı görülerek futbol branşına sahip kulüplerin şirketleşmeyi tercih etmelerine sebep olmakta.
Profesyonel branşlar dışındaki branşlarda spor kulüplerinin ancak dernek statüsünde kurulmalarının mümkün olduğunu belirttik. Dernek statüsünde olmasına karşın, yine sportif faaliyetlerde, imkan ve tesislerde eşitsizliğe sebep olacak şekilde bir spor kulübü yapılaşması daha görülmektedir, belediye spor kulüpleri. Ülkemizde son yıllarda bir çok belediye çatısı altında spor kulüpleri kurulmaktadır. Bu spor kulüplerine belediye kaynaklarından bütçe, tesis ve malzeme temin edilmekte, kimi durumlarda ayrıcalık tanınmaktadır. Profesyonel kabul edilmeyen diğer branşlarda faaliyet gösteren spor kulüpleri, belediye çatısı altında diğer spor kulüpleri karşısında bu şekilde daha güçlü, avantajlı pozisyona gelebilmektedir. Şirketleşme imkanı olmayan branşlarda faaliyet gösteren spor insanları, bir belediye çatısı altında faaliyet göstermeyi bu sebeple tercih edebilmektedir.
Oysa ki spor kulüpleri özel hukuk tüzel kişisi olmakla, kuruldukları branşlarda adil ve eşit bir şekilde rekabet etmek üzere sportif faaliyetlere katılmaktadırlar. Ancak; herhangi bir devlet kurumu çatısı altında bir çok ayrıcalık, olanak ve maddi desteğe sahip spor kulüpleri haksız rekabete sebep olabilmektedir. (spor hukuku)
Belediye kulüpleri her ne kadar, sportif faaliyetlere devlet desteği gibi görünse de, tamamıyla sivil olarak kurulan spor kulüpleri ile arasında eşitsizliğe yol açabilmektedir. Spor kulüplerinin tamamıyla sivil ve bağımsız kuruluşlar (dernek) olarak kurulması ve sporun geliştirilmesi amacıyla devlet tarafından sağlanacak desteğin eşit olarak dağıtılmasının daha hakkaniyetli ve spora faydalı olacağı düşüncesindeyim.
(Spor hukuku, spor avukat, spor kulüpleri)
Trafik kazasının sonucu aracı kullanan, araç sahibi veya araçta bulunan diğer kişilerin pek çok zararı doğabilmektedir. Bu zararları araçta hasar meydana gelmesi, değer kaybının tazmini talebi ile açılan sigorta tazminat davaları uzman bir sigorta avukat desteği alınmadan açılırsa hukuki hatalar sebebiyle hak kaybı oluşabilmektedir. Bu sebeple trafik kazası sebebiyle sigorta tazminat davası açılırken mutlaka sigorta avukat ile çalışılmalıdır.
Trafik kazası sonucunda meydana gelen zararların kimin hangi sigortasından talep edilebileceği meselesi hatalara sebep olabilmektedir.
Trafik kazasının meydana gelmesinde kusurun kimde olduğu ve kusur oranının tespiti önemlidir. Bu husus trafik kazası tespit tutanağı ile tespit edilir ve sigorta tazminat davasında veya sigorta tahkim komisyonuna yapılan başvuruda bu tutanak esas alınır. Bu sebeple tespit tutanağı imzalanırken dikkatli olunmalıdır.
Trafik kazası sonucunda araçta meydana gelen hasar, değer kaybı ve ödenen onarım bedelinin karşı tarafın kusurlu olması halinde, bu zararların karşı tarafın zorunlu mali sorumluluk sigortasından talep edilmesi gerekir. Eğer her iki taraf da kusurlu ise, sigorta şirketinin kusur oranına göre zarar ödemesi yapması gerekir. Eğer kusurun tamamı zarara uğramış olan tarafa aitse, bu taraf zararlarını ancak kendi kasko sigortacısından talep edebilir.
Yaralanmalı bir trafik kazası söz konusu ise, yaralanma sebebiyle uğranılan maddi zararların tazmini, yine karşı tarafın kusuru oranında, karşı tarafın zorunlu mali sorumluluk sigortasından talep edilebilir. Karşı tarafın mali sorumluluk poliçesinde manevi zarar klozu da bulunuyorsa yine manevi zararlar da bu sigorta şirketinden talep edilebilir.
Ölümlü kaza halinde ölen kişinin yakınları tazminat talebinde bulunabilir, maddi zararlarının haricinde manevi tazminat ve ayrıca destekten yoksun kalma tazminatı talep edebilirler.
Zararlarının karşılanmasını talep eden kişi tarafından, tüm belgelerle beraber sigorta şirketine başvuru yapılmasına karşın ödememiş, 15 gün içinde de cevap vermemiş ise sigorta hukuku hükümlerine göre sigorta avukatı ile yasal hak arama yollarına başvurulabilir.
Sigorta şirketine kaza tespit tutanağı, ruhsat, ehliyet fotokopileri, ölümlü veya yaralamalı ise hastane raporları, onarıma ilişkin faturalar gibi kazaya ilişkin evraklarla beraber bir talep dilekçesi ile başvurulur.
Sigorta tahkim komisyonuna başvurmak için bu gibi evrakların yanı sıra, başvuru öncesinde delil tespiti yaptırılmış ise, bu tespite ilişkin eksper raporu, epikriz raporları, iş göremezlik raporları vs. kazanın sebep olduğu her bir zararı belgelendirecek nitelikteki delillerin başvuru evrakları ile beraber sunulması gerekmektedir.
Trafik kazası sebebiyle ölümlü veya yaralanmalı trafik kazası meydana gelmişse maddi, bedeni ve manevi zararların tazmini talebiyle sigorta şirketine başvuru söz konusu olabilecektir. Araçta meydana gelen değer kaybı veya hasar tazminatı talebi ile sigorta şirketine başvurulacak ise buna ilişkin evraklar hazırlanmalıdır.
Trafik kazasından sonra sigortaya başvuru işlemleri yapılırken de, hasarın tespiti yapılırken de, değer kaybı hesaplaması yapılırken ve sigorta tahkim komisyonuna başvuru işlemleri yapılırken de mutlaka, sigorta avukatı ile beraber çalışılmalıdır. Zira; söz konusu süreç tamamıyla hukuki ve teknik bilgiler gerektiren hukuki bir süreç olduğundan, trafik kazası avukatı ile beraber çalışmak avantaj sağlayacaktır.
Sigorta hukuku avukatı, hasar avukatı ile çalışılması halinde olası hatalar sebebiyle hak kayıpları engellenmiş olacaktır. Sigorta hukuku avukatı hasarınızın tespitinde de yol gösterecektir.
Sigorta avukatı ile iletişime geçmek için sayfamızı ziyaret ediniz, randevu oluşturunuz : http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Sigorta şirketine karşı sigorta hukuku hükümlerine göre sigorta davası açılması veya sigorta tahkim komisyonuna başvuru yapılması mümkündür. Sigorta tahkim komisyonu başvuruları çok daha kısa sürede sonuçlandırmaktadır. Sigorta tahkim komisyonu önüne gelen başvuruda ön inceleme olarak, sigora tahkim komisyonuna başvuru yapılıp yapılmadığını, bu uyuşmazlık hakkında daha önce dava açılmış olup olmadığını inceler.
Sigorta tahkim komisyonu web sitesi : http://www.sigortatahkim.org.tr/
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Ticari unvan nedir? Ticari ünvana tecavüz nedir?
Ticaret ünvanını kısaca tanımlanmak gerekirse, gerçek ve tüzel kişi tacirlerin ticari iş ve işlemlerinde kullandığı, kendisini temsil eden isimdir. Ticari ünvan tacir için hem bir zorunluluk hem de bir haktır. Çünkü; TTK hükümlerine göre tacir, ticari işletmesini açtığı tarihten itibaren 15 gün içinde ticari ünvanını tescil ve ilan etmek zorundadır. Ticaret ünvanını kullanarak ticari iş yapan tacir, bu isim ile tanınır ve itibar sağlar. Bu ticari ünvan tescil ile birlikte o tacire özgülenmiş bir hak haline gelir. Bu sebeple; bu ticari ünvanın veya çok benzerinin başkası tarafından herhangi bir şekilde kullanılması halinde ticari ünvana tecavüz söz konusu olur.
Ticari ünvana tecavüz nasıl olur?
Ticari ünvanın aynısının veya benzerinin bir başkası tarafından yine ticari ünvan olarak veya işletme adı, marka, internet alan adı gibi başka şekilde kullanılması halinde ticari ünvanın tecavüzü gerçekleşmiş olur.
TTK 52. maddesi ticari ünvanın korunmasına ilişkin düzenlemeyi yapmış, ticari ünvanı tecavüze uğrayan, ticari ünvanı ihlal edilen kimsenin haklarını belirtmiştir.
Ticaret Ünvanına tecavüz halinde hak sahibinin hakları nelerdir?
Ticaret ünvanı üzerinde hak sahibi olan gerçek veya tüzel kişi TTK. M.52 hükümleri uyarınca;
Ticari ünvana tecavüzün tespitini, yasaklanmasını, tescil edilmiş ise kanuna uygun olarak değiştirilmesini veya silinmesini, tecavüzün sonucu olan maddi durumun ortadan kaldırılmasını, tecavüzde kullanılan araçların ve ilgili malların imhasını, tecavüz sebebiyle zararı doğmuş ise kusurun ağırlığına göre maddi ve manevi tazminat isteyebilir. Açılacak davalarda şirketler hukuku uzmanı şirket avukatı ile birlikte çalışılmalıdır.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Ticaret ünvanına tecavüz ve ticari ünvanın ihlali halinde, ticaret hukukçusu, ticaret avukatı ve ticari dava uzmanı ndan detsek alınmalıdır. Avukat Fatma Tuğçe Bilgin den hukuki destek alabilirsiniz.
Arabuluculuk nedir, arabulucu kimdir?
Arabuluculuk köklü bir geçmişi olan, hemen hemen her coğrafyada farklı formlarda kendini göstermiş olan bir uyuşmazlık çözüm biçimidir. Tarafsızlığına ve otoritesine güvenilen bilge özelliklerine sahip bir kişi tarafından sorunların çözüldüğü geleneksel yöntemler günümüzde de uygulanmaktadır.
Arabuluculuk, 6325 sayılı kanun ile hukuk hayatımıza girdi ve 22.06.2013 tarihi itibariyle ihtiyari olarak uygulanmaya başlandı. Bir uyuşmazlığın arabuluculuk ile çözülmesi için öncelikle tarafların üzerinde tasarruf edebileceği, arabuluculuğa elverişli bir konu olması gerekmekte.
Arabuluculuğun hukuk düzenimize getirilmekteki amacı her ne kadar yargının iş yükünü hafifletmek olarak görülse de; en nihayetinde çok önemli bir amaca daha hizmet etmektedir: Toplumsal barış, toplumsal uzlaşı kültürü oluşturmak.
Gerçekten de tarafların aralarında ortaya çıkan bir uyuşmazlığın giderilmesi için, en tabii hak arama yolu olan yargıya başvurulması halinde taraflar iyice kutuplaşmakta, gerilmekte ve kimi zaman hukuk zemininde birbirlerine karşı savaş ilan etmektedir. Bu süreçte yapılan dava ve avukat masrafları ve ayrıca hakka ulaşmak için kaybedilen zaman her iki taraf için de zararlara sebep olmakta.
Arabuluculuğun tarafları uzlaşmaya teşvik eden en önemli özelliği hak temelli değil, menfaat ve ihtiyaç temelli olmasıdır. Yani arabuluculuk müzakereleri kimin haklı olduğundan ziyade tarafların ihtiyaçlarını gidermeye yöneliktir. Bu sebeple; dilimize İngilizce’den geçen ‘win win’ karşılığı olarak kazan-kazan ilkesinin arabuluculukta hakim olduğu söylenmektedir. Kanuni haklar üzerinden değil, karşılıklı kaygı ve çıkarlar üzerinden konuşulur, her iki tarafın da kazançlı çıkacağı şekilde bir uzlaşıya varılmaya çalışılır.
Bir uyuşmazlığın arabuluculuk yolu ile çözümlenmek istenmesinin en önemli sebeplerinden biri de gizlilik ilkesinin olmasıdır. Aksi kararlaştırılmadıkça, arabuluculuk faaliyeti esnasında elde edilen bilgilerin delillerin karşı tarafla veya üçüncü kişilerle paylaşılması ve arabuluculuk sürecinde hazırlanan belgeler ve süreçte yapılan açıklamaların anlaşmaya varılamaması hâlinde yargısal yollarda delil olarak kullanılması mümkün değildir. Özellikle tanınan büyük şirketler, yargısal sürecin aleni olması sebebiyle ticari itibarlarının zedelenmesinden kaygı duyarken, arabuluculuk sürecinde böyle bir risk söz konusu olamaz. Tarafların gizlilik ilkesini ihlal etmesi halinde hapis cezası yaptırımı söz konusudur.
Önemli avantajlardan biri de, zaman. Tarafların uzlaşma ihtimali varsa, arabuluculuk müzakereleri ile uyuşmazlığın çok kısa sürede çözümlenmesi mümkün olmaktadır. Çünkü taraflar yüz yüze karşılıklı olarak oturmakta, birbirlerinin yüzüne bakarken kendi hatalarını kabullenme veya empati kurabilmelerine imkan tanınmış olmaktadır. Tabi arabuluculuk müzakereleri yalnızca vekiller vasıtası ile yürütülürse yine bu ihtimal zor olmaktadır. Bu sebeple çoğunlukla asillerin de müzakerelere katılımı sağlanmaya çalışılmaktadır.
Yargıdaki gibi emredici bir düzen, otorite yoktur, taraflar tamamen iradidir. Arabulucu hakim gibi karar verici değildir, sorularla tarafları çözüme ulaştırmaya çalışır veya önerilerde bulunur. Arabulucu görevini yaparken herhangi bir tarafa hukuki tavsiyede bulunamaz, tamamen tarafsız ve bağımsızdır. Bu sebeple herhagi bir baskı altında olmaksızın tarafların özgür iradeleri ile bir sonuca varmaları mümkündür.
Yine ekonomik olması da arabuluculuğun yargıya oranla avantajlarından biridir. Harçlar, giderler, bilirkişi ücretleri, keşif masrafları, avukatlık ücretleri derken senelerce süren yargılama sonucunda, bu masrafların da yine taraflardan biri veya kabul-red oranına göre her ikisi tarafından da karşılanması gerekmektedir.
Elbette her uyuşmazlığın arabuluculuk yolu ile çözümlenmesi mümkün değildir. Taraflardan birinin hiç bir suretle anlaşmaya yaklaşmaması veya her ikisinin de haklılığına sonuna kadar inandığı durumlarda yargıya başvurmaktan başka yol kalmamaktadır.
Arbulucu taraf tutar mı, arabulucu kimdir ? ümraniyede avukat arayanlar Avukat Fatma Tuğçe Bilgin ile iletişime geçebilirsiniz.
Evlilik sebebiyle işten ayrılırsam kıdem tazminatına hak kazanır mıyım? Şartları nelerdir? Evlilik sebebiyle ayrılırsam işsizlik maaşı alır mıyım? Sıkça sorulan ve merak edilen konulardan biri.
4857 sayılı iş kanunu kendinden önceki 1475 sayılı önceki iş kanununu 14. maddesi hariç yürürlükten kaldırmıştır. 14. maddenin yürürlüğü devam etmektedir. Evlilik sebebiyle iş akdinin feshine ilişkin düzenleme de bu madde içeriğinde yer almaktadır.
İş akdinin evlilik tarihinden itibaren 1 yıl içinde feshedilmesi halinde işten ayrılan kadın işçi kıdem tazminatına hak kazanır. Bu düzenleme sadece kadın işçiler lehine yapılmış bir düzenlemedir. Erkek çalışanların evlilik sebebiyle ayrılması halinde kıdem tazminatına hak kazanması söz konusu olamaz.
Çalışan kadın birden fazla kez evlenmiş olsa da her seferinde evlilik sebebiyle kıdem tazminatına hak kazanarak iş akdini sonlandırabilir.
Evlilik sebebiyle iş akdini sona erdirmek isteyen kadın işçinin ihbar süresini beklemesine gerek yoktur. Bu sebeple işverene ihbar tazminatı ödemesi gibi bir durum söz konusu olmaz. İşverenin de ihbar tazminatı ödemesi gerekmez. Yani evlilik sebebiyle işten ayrılan kadın kıdem tazminatına hak kazanır, ancak ; ihbar tazminatına hak kazanamaz.
Evlilik sebebiyle işten ayrılarak kıdem tazminatı almanın şartları nelerdir?
En az 1 yıl çalışmış olmalı, 1 yıl içinde talep edilmelidir..
Evlilik sebebiyle kıdem tazminatını alarak işten ayrılmak isteyen kadın o iş yerinde en az 1 yıldır çalışıyor olmalı ve evlilik tarihinden itibaren 1 yıl içinde bu hakkını kullanmalıdır. 1 yıllık süre resmi nikah tarihinden itibaren işler.
Evlilik Sebebiyle işten ayrılan kadın işçi, işsizlik maaşına hak kazanmaz.
Ümraniyede avukat ve Ümraniyede işçi avukatı arayanlar Avukat Fatma Tuğçe Bilgin ile iletişime geçebilirsiniz.
Mesafeli satış sözleşmesi, internet üzerinden yapılan e-ticaret sözleşmelerini de kapsamına alan, e-ticaret sözleşmelerinden daha geniş, telefon, faks, mesaj vs. uzaktan iletişim araçlarıyla da taraflar bir araya gelmeksizin kurulabilen sözleşmelerdir.
Mesafeli satış sözleşmelerinin bir tarafı tüketicidir, bu sebeple bu sözleşme türü Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında tüketicileri koruyucu hükümlerle beraber düzenlenmiştir.
Satıcı ve sağlayıcının sözleşmenin kurulmasından önce tüketiciye ön bilgilendirme yapmış olmalıdır. Ö bilgilendirme kapsamında tüketiciye yapılması gereken bilgilendirmeler: Mal ve hizmetin temel nitelikleri, satıcı ve sağlayıcının adı soyadı, firma ise ticari ünvanı, mersis numarası, iletişim bilgileri, satılan mal veya hizmetin vergilerle beraber toplam maliyeti, nakliye bedeli, cayma hakkının olduğu, cayma hakkını kullanma süresi, usulü ve iade için taşıyıcıya ait bilgiler, cayma bildiriminin yapılacağı iletişim bilgileri, cayma hakkını hangi hallerde kullanamayacağı, uyuşmazlık halinde tüketicilerin Tüketici Mahkemeleri veya Tüketici Hakem Heyetlerine başvurabileceklerine dair bilgilendirmelerdir.
Satıcı veya sağlayıcı ön bilgilendirmeyi kullanılan iletişim aracına uygun şekilde en az on iki punto büyüklüğünde, yazılı olarak veya kalıcı veri saklayıcısı ile yapması gerekmektedir. Zira ispat yükü de yine satıcı ve sağlayıca ait bir sorumluluktur.
Kalıcı veri saklayıcısı nedir? Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun ve Mesafeli Sözleşmeler Yönetmeliği’nde “Tüketicinin gönderdiği veya kendisine gönderilen bilgiyi, bu bilginin amacına uygun olarak makul bir süre incelemesine elverecek şekilde kaydedilmesini ve değiştirilmeden kopyalanmasını sağlayan ve bu bilgiye aynen ulaşılmasına imkan veren kısa mesaj, elektronik posta, internet, disk, CD, DVD, hafıza kartı ve benzeri her türlü araç veya ortamı” olarak tanımlanmıştır.
Mesafeli satış sözleşmelerinde cayma hakkının kapsamı nedir?
Tüketici, 14 gün içinde hiçbir gerekçe göstermeksizin ve herhangi bir cezai bedel ödemeksizin sözleşmeden cayma hakkına sahiptir. Bu on dört günlük sürenin ne zaman sona erer? Satın alınan hizmet ise, 14 günlük süre sözleşmenin yapıldığı gün başlar. Satın alınan mal ise, cayma hakkına ilişkin 14 günlük süre malın tüketiciye veya tüketicinin teslim edilmesini talep ettiği 3. kişiye teslim edildiği tarihte başlar. Eğer mesafeli sözleşme ile birden fazla mal satın alınmış ise, yine cayma süresi son malın teslim edildiği gün başlar.
Aynı zamanda mal ve hizmet beraber alınmış ise, cayma süresinin başlangıcı mal teslimine ilişkin cayma hakkı hükümlere göre belirlenir.
Tüketici cayma hakkını nasıl kullanacak?
Tüketici, cayma hakkını kullandığına dair bildirimi süresi içinde, yazılı olarak veya kalıcı veri saklayıcısı ile satıcı veya sağlayıcıya iletmelidir.
İnternet üzerinden satış yapan bazı firmalar sitelerinde cayma hakkının kullanımına ilişkin bir cayma formu da bulundurmakta veya satılan ürünün paketinin içinde tüketiciye ulaştırmaktadır.
Cayma hakkının kullanılması üzerine, satıcı/sağlayıcı cayma beyanının kendisine ulaştığı tarihten itibaren en geç 14 gün içinde malın bedelini nakliye masrafları ile beraber herhangi bir kesinti uygulamaksızın tek seferde tüketiciye iade etmelidir.
Cayma hakkının uygulanmadığı durumlar da Mesafeli Sözleşmeler Yönertmeliği’nin 15. maddesinde düzenlenmiştir.
Cayma hakkının istisnaları
MADDE 15 – (1) Taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça, tüketici aşağıdaki sözleşmelerde cayma hakkını kullanamaz:
a) Fiyatı finansal piyasalardaki dalgalanmalara bağlı olarak değişen ve satıcı veya sağlayıcının kontrolünde olmayan mal veya hizmetlere ilişkin sözleşmeler.
b) Tüketicinin istekleri veya kişisel ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanan mallara ilişkin sözleşmeler.
c) Çabuk bozulabilen veya son kullanma tarihi geçebilecek malların teslimine ilişkin sözleşmeler.
ç) Tesliminden sonra ambalaj, bant, mühür, paket gibi koruyucu unsurları açılmış olan mallardan; iadesi sağlık ve hijyen açısından uygun olmayanların teslimine ilişkin sözleşmeler.
d) Tesliminden sonra başka ürünlerle karışan ve doğası gereği ayrıştırılması mümkün olmayan mallara ilişkin sözleşmeler.
e) Malın tesliminden sonra ambalaj, bant, mühür, paket gibi koruyucu unsurları açılmış olması halinde maddi ortamda sunulan kitap, dijital içerik ve bilgisayar sarf malzemelerine ilişkin sözleşmeler.
f) Abonelik sözleşmesi kapsamında sağlananlar dışında, gazete ve dergi gibi süreli yayınların teslimine ilişkin sözleşmeler.
g) Belirli bir tarihte veya dönemde yapılması gereken, konaklama, eşya taşıma, araba kiralama, yiyecek-içecek tedariki ve eğlence veya dinlenme amacıyla yapılan boş zamanın değerlendirilmesine ilişkin sözleşmeler.
ğ) Elektronik ortamda anında ifa edilen hizmetler veya tüketiciye anında teslim edilen gayrimaddi mallara ilişkin sözleşmeler.
h) Cayma hakkı süresi sona ermeden önce, tüketicinin onayı ile ifasına başlanan hizmetlere ilişkin sözleşmeler.
Gümrük Ve Ticaret Bakanlığı tarafından çıkarılan ve 06.06.2017 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 30088 sayılı tebliğ ile Güven Damgası ticaret hayatına girmiştir.
Güven Damgası ilgili tebliğde; ‘Bu tebliğde öngörülen asgari güvenlik ve hizmet kalitesi standartlarına uyan hizmet sağlayıcı ve aracı hizmet sağlayıcıya verilen elektronik işareti’ olarak tanımlanmıştır.
Güven damgası, Güven Damgası Sağlayıcısı tarafından tebliğde belirlenen standartlara uyan e-ticaret yapan internet sitelerine verilmektedir. Ticaret Bakanlığı, Türkiye’deki güven damgası sağlayıcısı olarak yalnızca Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ni yetkilendirmiştir. https://www.guvendamgasi.org.tr/
Güven damgası alma şartları Tebliğ’in 5. maddesinde düzenlenmiştir.
Güven damgası alma şartları:
MADDE 5 – (1) Güven damgası almak isteyen hizmet sağlayıcı ve aracı hizmet sağlayıcı asgari olarak aşağıdaki standartlara uyar:
a) Kişisel veri ve ödeme bilgisi içeren her türlü işlemin internet sitesi ve mobil sitede EV SSL, uygulamada SSL ile gerçekleştirilmesini sağlar.
b) Güven damgası başvurusunda bulunmadan en fazla üç ay önce ve her takvim yılı içinde en az bir defa, Türk Standardları Enstitüsü tarafından onaylı A veya B sınıfı sızma testi firmalarına sızma testi yaptırarak gerekli önlemleri alır ve bu önlemleri aldığına ilişkin doğrulama testi yaptırır.
c) 23/2/2006 tarihli ve 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanununa, 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanuna, 20/6/2013 tarihli ve 6493 sayılı Ödeme ve Menkul Kıymet Mutabakat Sistemleri, Ödeme Hizmetleri ve Elektronik Para Kuruluşları Hakkında Kanuna, 7/11/2013 tarihli ve 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanuna, 23/10/2014 tarihli ve 6563 sayılı Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanuna, 24/3/2016 tarihli ve 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununa ve bu kanunların ikincil düzenlemeleri ile elektronik ticaret ortamında satışı yasak olan ya da şarta bağlanan ürünlere ilişkin düzenleme ve idari kararlara uygun süreçler tasarlar.
ç) Elektronik ticaret ortamında çocukların fiziksel, zihinsel, ahlaki, psikolojik ve toplumsal gelişim özelliklerini olumsuz yönde etkileyebilecek içeriğe yönelik tedbirleri alır.
d) Elektronik ticarete konu malın stok bilgisi, içeriği, malzemesi, ölçüleri gibi özelliklerine, kullanımına ve varsa garantisine, teknik desteğine ve bunların kim tarafından sağlanacağına ilişkin detaylar ile gerçek boyutlarının anlaşılmasını mümkün kılan görselleri, tedarik, kargo ve teslimat süresi gibi hususları, sipariş alıcıya teslim edilinceye kadar siparişin durumu hakkında gerekli bilgileri ve kargo takip imkânını sunar ya da sunulmasına olanak sağlar.
e) Elektronik ticarete konu hizmetin kim tarafından sağlanacağı, kapsamı ve süresi gibi bilgileri sunar ya da sunulmasına olanak sağlar.
f) Bu fıkranın (d) ve (e) bentlerine ilişkin taahhütlerine uygun hareket eder.
g) Alıcının siparişi hakkında bilgi alabilmesi, talep ve şikâyetlerini internet tabanlı iletişim yöntemlerinden en az biri ve telefon aracılığıyla iletebilmesi için müşteri hizmetleriyle iletişim imkânı sunar. Talep ve şikâyetlerin etkin bir şekilde yönetilmesini, sonuçlandırılmasını ve konuya ilişkin alıcının bilgilendirilmesini sağlar.
(2) Güven damgası almak isteyen hizmet sağlayıcı ve aracı hizmet sağlayıcının gerçek kişi olması halinde kendisinin ve yetkili temsilcisinin, tüzel kişi olması halinde ise yöneticilerinin ve yetkili temsilcilerinin 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, kaçakçılık veya bilişim suçlarından mahkûm olmaması gerekir.
(3) Güven damgası almak isteyen hizmet sağlayıcı ve aracı hizmet sağlayıcı iflas etmiş ise itibarın iadesinin sağlanmış olması gerekir.
Güven damgası aldıktan sonra da şartları taşımaya devam edip etmediğine ilişkin denetlemeler yapılabilmekte ve tebliğe aykırılık halinde askıya alınması ve iptali söz konusu olabilmektedir.
Ümraniye de avukat, Ümraniyede avukat, Av. Fatma Tuğçe Bilgin Avukat
Teknolojinin gelişmesi ile beraber internet ticari hayata da girmiş, hatta ticaret yapan şirketler için uçsuzbucaksız bir müşteri potansiyeli sağlamıştır. Dolayısıyla e-ticaret hızla gelişmiş ve bu konuda yasal düzenlemelere de ihtiyaç duyulmuştur. Ülkemizde elektronik ticarete ilişkin kanun geç de olsa 23.10.2014 tarihinde mecliste kabul edilmiş ve 01.05.2015 tarihinde de yürürlüğe girmiştir.
E-ticaret de bir mesafeli satış sözleşmesi olmakla beraber, mesafeli satış sözleşmelerinin internet üzerinden yapılması gibi bir koşul yoktur, telefon, faks yoluyla da yapılabilir. Yani e-ticaret sözleşmelerini, mesafeli satış sözleşmelerinden ayıran nokta mutlaka internet üzerinden yapılmış olmasıdır.
E-Ticaret Elektronik Ticaretİn Düzenlenmesi Hakkinda Kanun, e-ticaretin ve internet üzerinden alışveriş yapan alıcıların (tüketicinin) işlem güvenliğini sağlamak üzere e-ticaret yapan şirketlere bir takım yükümlülükler getirmiştir.
Kanun hizmet sağlayıcı ile aracı hizmet sağlayıcı kavramlarını ayrı tanımlamış ve yükümlülüklerini belirtmiştir.
Hizmet sağlayıcının, sözleşmenin yapılmasından önce; şirkete ilişkin (ticari ünvan, mersis, iletişim bilgileri, kayıtlı e-posta adresi, tescilli markaları vs.), Sözleşmenin kurulabilmesi için izlenecek teknik adımlara ilişkin, Sözleşme metninin sözleşmenin kurulmasından sonra hizmet sağlayıcı tarafından saklanıp saklanmayacağı ile bu sözleşmeye alıcının daha sonra erişiminin mümkün olup olmayacağı ve bu erişimin ne kadar süreyle sağlanacağına ilişkin, Uygulanan gizlilik kuralları ve varsa alternatif uyuşmazlık çözüm mekanizmalarına ilişkin ve cayma hakkına ilişkin bilgilendirmeleri yapması gerekmektedir. Bu bilgilendirmelere e-ticaret yapan şirketler çoğunlukla ‘ön bilgilendirme formu’ olarak internet sitelerinde yer vermektedir.
Hizmet sağlayıcı sipariş esnasında da ürün ve hizmetlerin nitelikleri, vergi ve nakliye masrafları da dahil olmak ödenmesi gereken toplam ücreti, özet sipariş formu ile geri al ve değiştir gibi teknik araçların sunulacağına ilişkin, e-ticaret işlemleri nedeniyle elde ettiği kişisel verilere ilişkin gizlilik kurallarına, alıcıyla arasında uyuşmazlık çıkması halinde varsa alternatif uyuşmazlık çözüm mekanizmalarına siparişin onaylanması aşamasında ve ödeme bilgilerinin girilmesinden önce bilgilendirmesini yapması gerekmektedir.
İcra taahhüdü kısaca icra borcunun taksitlendirilmesine ilişkin bir anlaşma olarak tanımlanabilir. İcra taahhüdünün hacizden sonra ve hacizden önce yapılmasına göre geçerlilik şartları farklılık göstermektedir.
Hacizden önce yapılmak istenen icra taahhüdünün de farklı yöntem ve zamanlarda yapılması mümkündür. Biri, borçlunun ve alacaklının icra müdürlüğüne gelerek, icra müdürü huzurunda taksitlendirmeye ilişkin taahhütnameyi imzalamasıdır. Sadece borçlunun icra müdürlüğüne gelerek taksitlendirme yapmak istediğini beyan etmesi ve borçlunun bu beyanının icra müdürlüğü tarafından alacaklıya tebliği üzerine, alacaklının kabul etmesi ile de geçerli şekilde taahhüt verilmesi mümkündür. Bu durumda alacaklının kabulüne ilişkin muhtıranın borçluya en geç ilk taksit tarihinden önceki gün tebliğ edilmiş olması gerekir. (Taahhütü kabul muhtırası) Aksi halde taahhüt geçerli olmaz. Haciz yapmak üzere borçlunun adresine gelindiği esnada da taahhüt anlaşması yapılması mümkündür.
Hacizden sonra borçlu tarafından verilecek taahhütün geçerlilik şartları farklılık göstermektedir. Bu durum İcra İflas Kanunu’nun 111. maddesinde düzenlenmiş olmakla, geçerli olması için aranan şartlar şunlardır:
Hacizden önce borçlu tarafından yapılan taahhüt teklifinin alacaklı tarafından kabulü gerekirken, hacizden sonra yapılan taksitlendirmede koşulların varlığı halinde alacaklının kabulü gerekmez.
Öncelikle borçlu, alacaklı satış istemeden önce borcunu ödemeyi üstlenmiş olmalıdır.
Borçlu ilk taksiti derhal ödemelidir.
Taksit tarihi en fazla 3 ay olmalı ve taksitlerin her biri borcun tamamının dörtte birinden az olmamalıdır.
Alacak kalemlerinin detaylı olarak yazılması gerekir. (Asıl alacak, faiz, harç, masraf vs.)
Bu koşulların gerçekleşmesi halinde icra işlemleri kendiliğinden durur ve taahüdün ihlal edilmesi üzerine işlemlere devam edilebilir.
Taahhüt taksitlerinden birinin ihlal edilmesi üzerine, alacaklı bu tarih itibariyle 3 ay içerisinde icra ceza mahkemesine başvurarak borçlunun cezalandırılmasını isteyebilir.
İİK. 340. maddesi taahhüdü ihlal etmenin cezasını düzenlemiştir. Bu hüküm uyarınca, taahhüdü ihlal eden borçlunun 3 aya kadar tazyik hapsine karar verilebilir. Borçlunun borcun tamamını veya o güne kadar ödemek zorunda olduğu tutarı icra veznesine öderse tahliye edilebilir.
Kefil, bir kişinin borcunu ödememesi halinde onun borcunu ödemeyi, borçtan doğan sorumluluğu üstlenen kişidir. Kefaletin geçerli olması bir takım şekli şartlara bağlıdır.
İcra kefaleti ise, icra takibine konu edilmiş olan bir borcun icra müdürlüğü nezdinde 3. bir kişi tarafından üstlenilmesidir. İcra takibine konu olan borcu üstlenen kişi de icra kefilidir.
İcra kefaleti de, Türk Borçlar Kanunu’nun 583. maddesi ile kefaletin geçerlilik koşullarını belirleyen hükümlere tabidir, bazı şekli koşulları taşıması gerekmektedir. Aksi takdirde, kefalet geçersiz olur. Kefaletin geçerlilik koşullarını belirleyen madde uyarınca; kefaletin yazılı şekilde, kefilin sorumlu olacağı azami tutarın ve kefaletin tarihi belirtilerek yapılmış olması gerekmektedir. Kefilin sorumlu olduğu azami miktarı, kefalet tarihini, müteselsil kefil sıfatıyla kefil oluyorsa bu ifadeyi kendi el yazısı ile yazmış olmalıdır. Ayrıca TBK. 584. maddesi gereği kefilin eşinin rızasının da alınması gerekmektedir. Bu koşul icra kefaletlerinde de aranmakta ve eşin rızası en geç icra tutanağının imzalandığı tarihte alınmış olmalıdır. Bu koşulları taşımayan icra kefaleti geçersiz olacaktır. Geçersiz bir icra kefaletine istinaden icra kefili aleyhine yapılan icra işlemlerinin şikayet yolu ile iptali mümkündür.
İcra iflas kanunu 38. maddesi uyarınca icra kefaletlerinin müteselsil kefalet olduğu kabul edilmektedir. Bu sebeple TBK.’nun kefalet sözleşmelerinin geçerlilik koşulu olarak aradığı ‘müteselsil kefil sıfatını belirtme’ zorunluluğu icra kefaletlerinde söz konusu değildir. Zira; müteselsil kefil olduğu kabul edilmektedir. İcra kafilinin müteselsil kefil olması borcun tamamından borçlu gibi sorumlu olması sonucunu doğurur.
İcra kefaletleri ilam hükmündedir. İcra kefiline karşı ilamlı takip başlatılarak icra takibi gönderilebilir ve hakkında icra takip işlemleri yapılabilir. Bu sebeple; icraya konu olmuş bir borca kefil olmayı düşünen kişiler üstlendikleri sorumluluğun bilincinde olmalı ve belki bir kez daha düşünmelidirler.
Ümraniyede avukat, Ümraniye de avukat Avukat Fatma Tuğçe Bilgin avukat fatma tuğçe Bilgin’i arayabilirsiniz.
Tibbi müdahalenin hukuka uygun olması için bulunması gereken zorunlu unsurlardandır. Aydınlatılmış onam ile hukukun korumak istediği kişilerin vücut bütünlüğü ve dokunulmazlığıdır. Aydınlatılmış onam, hastayı teşhis, tedavi ve riskleri hakkında yeteri kadar bilgilendirerek tibbi müdahale için onayının alınmasıdır. Bilgilendirmenin hastanın kendisine yapılması gerekir. Hasta kendisinden bir başka kişinin bilgilendirilmesini talep etmesi halinde o kişi bilgilendirilir. Ancak hastanın bu talebinin yazılı ve imzalı olarak alınması gerekir. Hasta hakları yönetmeliği bilgilendirmenin acil durumlar haricinde makul süre içinde yapılması gerektiğini düzenlemiştir. Makul süre ile hastanın düşünme ve karar vermesine zaman tanınmak istenmiştir.
Hastanın onayı alınmaksızın tıbbi müdahalede bulunulamaz, onat alınmaksızın yapılan tıbbi müdahaleler hukuka aykırı olmakla, hekimin sorumluluğuna yol açar.
Kural olarak rıza hastanın kendisinden alınır. Hastanın tam ehliyetli ve sınırlı ehliyetli olduğu durumlarda bu kural geçerlidir, ancak istisnaları vardır. Hasta sınırlı ehliyetsiz ise; yani ergin değil ya da kısıtlı ama ayırt etme gücüne sahipse, onay hastanın veli ya da vasisinden alınır, ancak hasta da mutlaka sürece dahil edilir. Hastanın ayırt etme gücünün yerinde olmadığı durumlarda da rıza vasiden alınır, hasta da mümkün olduğunca sürece dahil etmeye çalışılır.
Rızanın alındığını ispat külfeti tıbbi müdahaleyi yapan hekimin sorumluluğundadır. Genel olarak yazılı olarak alınma zorunluluğu yoktur ancak; hata hakları yönetmeliği, uyuşmazlığa mahal vermesi tıbben muhtemel görülen tıbbi müdahaleler için rıza formunun doldurulacağını düzenlemiştir. Her türlü tıbbi müdahale uyuşmazlığa konu olabileceği için, uygulamada rıza yazılı olarak alınmaktadır.
Acil durumlarda ise hastanın rızasının olduğu varsayılarak yapılan tıbbi müdahalenin hukuka uygun olduğu kabul edilmektedir.
Hasta hakları avukatı, hastane avukatı, sağlık hukuku avukatı Ümraniye de avukat, ümraniyede avukat ile iletişime geçiniz. Av. Fatma Tuğçe Bilgin
Konut ve iş yeri kiralarına ilişkin düzenlemeleri Türk Borçlar Kanunu içermektedir. Bilindiği üzere genel olarak kiralamaya özgü kanun maddeleri kiracıyı koruyucu hükümler içerir. Taşınmazını kiraya veren mal sahibinin 10 yıl geçmeden keyfi olarak kiracıyı çıkartamayacağı hemen herkes tarafından bilinmektedir.
Peki nedir kiracının 10 yıl geçmeden önce tahliyesi hangi durumlarda mümkündür? Türk Borçlar Kanunu m.352 ‘de düzenlenmiştir.
Tahliye taahhüdünün yazılı olarak yapılması gerekir. Taahhüdün geçerli olması için kiralananın (konut veya işyeri) teslim tarihinden sonra imzalanmış ve tahliye tarihinin açıkça belirlenmiş olması gerekir. Kira sözleşmesinden evvel veya aynı anda yapılmış olması durumunda tahliye tahhüdü gereçersiz olacaktır. Bu hususa kiraya verenlerin dikkat etmesi gerekmektedir.
Kanunun taahhüdün kiralamadan sonra yapılmasını şart koşması ise; yine kiracıyı korumak ve konut bulamama baskısı altında taahhüt vermesini engellemek amacını taşımaktadır. Ancak; uygulamada kiraya veren mal sahipleri bu kuralı ileri tarihli tahliye taahhüdü imzalatarak aşmaktadır.
Geçersiz bir tahliye taahhüdünü imzalamış olan kiracı ne yapmalıdır? Kiracı bu durumda derhal noter aracılığıyla kiralayana ihtar çekerek tahliye taahhüdünün geçersiz olduğunu bildirmelidir.
Elinde tahliye taahhüdü bulunan kiralayan taşınmaz vakti geldiği halde tahliye edilmezse ne yapmalıdır? Kiraya veren nasıl olsa elimde taliye tahhüdü var, istediğim zaman tahliye ederim diyerek rahat davranmamalıdır. Çünkü; kiraya verenin önünde tahliye tarihinden itibaren 1 aylık süre bulunmaktadır. Bu süre içinde ya icra yoluyla ya da dava açarak kira sözleşmesini sona erdirmesi gerekmektedir.
Kiraya veren bu 1 aylık süre içinde dava açmayacaksa da; en azından dava açacağını kiracıya yazılı olarak bildirirse dava açma süresi 1 kira yılı daha uzar. Böylece; tahliye işlemlerine girişmek için süre kazanılması mümkün olur.
Kira süresince kira bedelini ödemediği için kiracıya yazılı olarak yapılan iki haklı ihtar kiralayana icra ve dava yoluyla tahliye etme imkanı vermektedir. Burada da yine 1 aylık süre sözknusudur ve bu sürenin geçirilmesi hak düşümüne sebep olmaktadır.
Kiracıya yapılacak ikinci ihtarda tahliye için 30 günlük süre verilmiş olması önemlidir. Çünkü; ihtarda 30 günden daha az bir süre verilmişse, açılacak davasda tahliye talebi reddedilmektedir. Bu sebeple ihtarnamenin içeriğine de dikkat edilmelidir.
Bu sebebe dayanarak tahliye yapılabilmesi için konutun kiracı açısından oturmaya elverişli olması gerekir.
Kanun kiraya verenin 10 yıl geçmeden kiracıyı haklı bir sebep göstermeksizin ve keyfi olarak taşınmazdan tahliye etmesini engellemiştir. Ancak; kiracının ve eşinin aynı sınırlarda ve oturmaya elverişli bir konutunun bulunması halinde bir istisna tanımış gibidir. Kiracı aynı niteliklerde kendisi de ev sahibi olduğu için mağdur olmayacağı düşünülmüştür
kiracının tahliye edilmesi için mutlaka avukat alınmalıdır. kiracı hangi sebeplerle çıkarılır ? tahliye, tahliye taahhüdü , kira avukatı
Manevi tazminatın bölünmezliği ve belirlenebilir olması ilkeleri sebebiyle, Yargıtay içtihatlarında manevi tazminat davalarının belirsiz alacak davası olarak açılamayacağı kabul edilmektedir. Ancak;
İş kazası sebebiyle açılan manevi tazminat davalarında; işveren ve işçinin karşılıklı kusur oranları, kusursuz sorumluluk olup olmadığı ve varsa kaçınılmazlık durumu ve maluliyet oranlarının dava açmadan önce belirlenmesinin mümkün olmaması sebebiyle iş kazası sebebiyle açılacak manevi tazminat davalarının belirsiz alacak davası olarak açılabileceği kabul edilmektedir.
Yargıtay 9. HD, 12/03/2015 tarihli 2015/4988 Esas 2015/10435 Karar sayılı ilamı “….. iş kazası geçiren işçinin açacağı manevi tazminat davasında işveren ve işçinin karşılıklı kusur oranları, kusursuz sorumluluk olup olmadığı ve varsa kaçınılmazlık durumu ve maluliyet oranlarının dava açma aşamasında belirlenmesi imkansızdır.” https://karararama.yargitay.gov.tr/YargitayBilgiBankasiIstemciWeb/
İş kazasına dayalı maddi tazminat istemi kısmi veya tespit yada tahsil amaçlı belirsiz alacak davasına konu edilebilir. Manevi tazminatın aksine maddi zararın miktarı yalnızca zarar görenin iradesi ile belirlenmez. Maddi tazminatın miktarı; tarafların kusur oranı, sorumluluk koşulları, zarar ve tazminata doğrudan etkili olan işçinin net geliri, bakiye ömrü, iş görebilirlik çağı, iş göremezlik oranı, Kurumca bağlanan gelirin peşin sermaye değeri gibi tüm verilerin hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmesine bağlıdır. ..
..Öte yandan maddi tazminat davasında kusur oranlarının belirlenmesi için bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiği gibi tazminatın hesaplanması için ayrı bir bilirkişi incelemesi de yaptırılması gerekir. O halde iş kazası sonucu zarar gören davacının, davanın açıldığı tarihte tazminat alacağının miktarını tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği anlaşılmakla davacının hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabileceği gibi maddi zararının belirlenmesi için HMK’nın 107.maddesine göre tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir. (Yar.21 HD nin 06.03.2013 gün 2013/3004 Esas 2013/4066 Karar sayılı ilamı.)
İş kazasına uğrayan işçi, iş kazası sebebiyle maddi ve manevi tazminata hak kazanabilir. İş yerine gidip gelirken veya iş için mesai saatleri içinde bir yere gidip gelirken meydana gelen trafik kazası iş kazası sayılır mı?
İşçi işverenin emir ve talimatları altında bir yere giderken trafik kazası geçirmiş ise, bu trafik kazası iş kazası sayılmaktadır. Bu sebeple işverenin işçinin uğramış olduğu maddi ve manevi zararları karşılaması gerekmektedir.
İşe gidip gelirken yolda geçirilen trafik kazasının işverenin tahsis etmiş olduğu araçla yapılması halinde iş kazası sayılmaktadır. İşçinin toplu taşıma araçları ile işe gidip gelirken yapmış olduğu kaza iş kazası olarak kabul edilmemekte, bu sebeple de işverenin sorumluluğu doğmamaktadır. Ancak işçinin işverenin sağladığı servis aracı ile ulaşım sağlarken veya servis aracını beklerken yaşadığı trafik kazası iş kazası sayılmaktadır. Bu durumda da işveren sorumlu olmaktadır.
İşverene karşı trafik kazası sebebiyle açılacak davalar da iş mahkemelerinde açılmalıdır. Zira, trafik kazası iş kazası sayıldığından işçi işveren ilişkisi olarak değerlendirilmektedir.
İş kazası;
a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada,
b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle veya görevi nedeniyle, sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş veya çalışma konusu nedeniyle işyeri dışında,
c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda,
d) Emziren kadın sigortalının, çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda,
e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında,
meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır. (https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2006/06/20060616-1.htm )
İşyerinde iş kazası gerçekleşmesi halinde işverenin bu durumu gecikmeksizin 3 gün içinde kuruma bildirmesi gerekmektedir.
İş kazası sebebiyle açılacak davalarda avukatlık ve hukuki danışmanlık alınmalıdır.
Ülkemizde; özellikle çay, fındık, pamuk gibi sezonluk üretimlerin yapıldığı tarım sektöründe mevsimlik işçi, çalıştırılmakta. Mevsimlik işler genellikle yılın birkaç ayı çalışılan işlerdir. Bu tür işlerde çalışan işçilerin kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmayacağı sıkça karşılaşılan sorulardan biri. Mevsimlik işçilerin kıdem tazminatına hak kazanıp kazanamayacakları durumlar farklı olduğu için, bu konuyu açıklayalım.
Mevsimlik iş sözleşmeleri, yılın birkaç ayı çalışmak üzere ve genellikle belirli süreli olarak yapılan sözleşmelerdir. İş sözleşmesinin belirli süreli veya belirsiz süreli olmasının hukuki sonuçları bakımından önemli farkları vardır.
İş sözleşmesi, belirli bir işin tamamlanması gibi bir koşula bağlı veya belirli bir tarih aralığı ile sınırlanarak yapılmış ise belirli süreli sözleşme olduğu kabul edilir. Belirli süreli iş sözleşmesi, sürenin bitmesi veya işin tamamlanması halinde kendiliğinden sona erer. Bu sebeple; belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesi kıdem veya ihbar tazminatı hakkı doğurmaz.
İş Kanunu belirli süreli iş sözleşmesinin, esaslı bir neden olmadıkça birden fazla kez üst üste yapılmasını engellemiştir. Üst üste belirli süreli sözleşme yapılması halinde ise iş sözleşmesinin belirsiz süreli iş sözleşmesi olduğu kabul edilmektedir.
Belirsiz iş sözleşmesi ile mevsimlik işlerde, sezonluk işlerde çalışan işçi yılın birkaç ayı çalışmakta ve ücretini almaktadır. Çalışılmayan diğer aylarda ise işverenin ücret ödeme yükümlülüğü yoktur. Çalışılmayan bu süre zarfında iş sözleşmesinin askıda olduğu kabul edilir.
Mevsimlik işe ilişkin belirsiz süreli olarak veya birden fazla kez üst üste yapılan iş sözleşmelerinin işverence sona erdirilmesi halinde; işçinin kıdem tazminatı hakkı kıdem hakkı doğar. Ancak; mevsimlik işlerde yılın tamamında çalışılmadığı için kıdem tazminatının hesabında çalışılan ayların toplamı dikkate alınarak bir hesaplama yapılacak, yani askıda olan süreler dikkate alınmayacaktır.
ümraniyede işçi avukatı arayanlar iletişime geçebilirler.
Hasta hakları kapsamlı olarak Hasta Hakları Yönetmeliği ile düzenlenmiştir. Bunun yanı sıra Hasta haklarının uygulanmasına ilişkin genelge ve Türkiye’nin de onayladığı uluslararası İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi bulunmaktadır.
hasta hakları yönetmeliğinin 42. maddesinde hasta haklarının ihlali halinde her türlü müracaat, şikayet ve dava haklarının saklı olduğu belirtilmiştir. Hastanın kendisi veya hasta yakınları hasta hakkının ihlali sebebiyle, hasta hakları iletişim birimine şikayet ve başvuruda bulunabilirler. Hasta iletişim kurulları, devlet veya özel tüm sağlık hizmeti sağlanan kurum ve kuruluşlar bünyesinde oluşturulan kurullardır.
Hasta iletişim kurulu, yapılan şikayet hakkında gerekli bilgi ve belgeleri başvuru tarihinden itibaren 7 gün içinde ilgili personelden talep eder ve şikayet konusuna yerinde çözüm getirmeye çalışır. Hasta iletişim kurulu yerinde bir çözüm getiremezse, başvuruyu Hasta Hakları Kurulu’na gönderir.
Hasta Hakları Kurulları ise; yine Hasta Hakları Yönetmeliğinin 42/B maddesi gereğince, İl Sağlık Müdürlüğü tarafından başvuruları değerlendirmek, karara bağlamak, öneri sunmak ve düzeltici işlemleri belirlemek üzere oluşturulur. Bu kurul, hasta iletişim kurulunun yerinde çözemedeği başvuruları en geç 30 gün içinde değerlendirir.
Sağlık İl Müdürlüklerince oluşturulan Hasta Hakları Kurulu başvurulardaki tıbbi hata olduğuna ilişkin iddiaları değerlendiremez, yalnızca bir hasta hakkı ihlali olup olmadığını tespit edebilir. Tıbbi hata iddialı başvurular tıbbi bilirkişiye gönderilir.
Hasta haklarına aykırılık ve tıbbi hata hekim ve hastane açısından; tazminat sorumululuğu, disiplin sorumluluğu ve cezai sorumluluk sonuçlarını doğurabilir. Tazminat sorumluluğundan söz edilebilmesi için, bir tıbbi hata veya hasta hak ihlali sonucunda bir zarar doğmuş olmalı ve hekimin kusuru bulunmalıdır. Hekimin cezai sorumululuğunun olması için ise aykırılığın suç tiplerinden birinin kapsamına girmesi gerekir.
Tıbbi hata veya hasta hakkı ihlali sebebiyle açılacak davalarda, ilgili sağlık kurumunun niteliğine göre tüketici mahkemeleri veya idare mahkemeleri görevlidir. İdare mahkemelerinde açılacak davalarda, dava açmadan önce idareye yazılı başvuru yapılması gerektiği unutulmamalıdır.
sağlık hukuku hasta haklarının ihlali halinde hastaneye karşı dava açılabilir. hastane avukatı da hastaneye karşı davada gerekli savunmayı yapar.
Ümraniye de avukat hastane avukatı
Kamusal gereklilik halinde ilgili idare, kamulaştırma işlemi yapabilmektedir. Kamulaştırma işlemi, anayasal hak olan mülkiyet hakkını sınırlayan bir idari işlemdir. Kamulaştırma işleminin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden birinin hukuka aykırı olması halinde, kamulaştırma işleminin tarafı olan malik tarafından açılacak bir dava ile iptali mümkündür. Yani, kişinin mülkiyet hakkını kısıtlayan kamulaştırma işlemlerinin mahkemelerin denetimi altında olduğunu söyleyebiliriz.
İdare kimi zaman kamulaştırma işlemi tesis etmeksizin kişilerin taşınmazına el atmaktadır. Kamulaştırma yapmaksızın el atmanın iki türü vardır. Biri hukuki el atma diğeri fiili el atmadır. Her iki durumda da kişilerin başvurabilecekleri hukuki yollar mevcuttur, ancak birbirinden farklı prosedürlere ve farklı yargı yollarına tabidir.
Hukuki el atma nedir? Belediye tarafından yapılan uygulama imar planında kişiye ait bir taşınmazın mülkiyet hakkı kısıtlanacak şekilde, umumi hizmetlere veya resmi kurumlara ayrılmasına rağmen, kamulaştırma işleminin yapılmamasıdır. Kamusal bir yarara özgülenen taşınmazın, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren 5 yıllık süre içinde ilgili idare tarafından kamulaştırılması gerekmektedir. 5 yıllık sürenin geçmesine rağman kamulaştırma işleminin yapılmaması halinde, taşınmazın maliki tarafından kamulaştırma işlemini yapmakla yükümlü olan idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir, taşınmazının kamulaştırılmasını veya kısıtlılığın kaldırılmasını talep edebilir. Bu dava açılmadan önce uzlaşma süreci ve idari başvuru süreçlerinin tüketilmiş olması gerekmektedir.
İdarenin kamulaştırmaksızın fiili olarak el atması ise; idare tarafından bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atılıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunmasıdır. Hukuki niteliği itibariyle bir haksız fiildir, bu sebeple açılması muhtemel dava adli yargıda görülür. Taşınmazına fiili olarak el atılan malik, bedel tespiti vesair talepleri için dava açmadan önce, mutlaka idare ile uzlaşma müzakerelerine katılmış olmalıdır. Davanın uzlaşmama tutanağının düzenlendiği tarihten itibaren 3 ay içinde açılabileceği unutulmamalıdır.
Miras bırakanın hayattayken bazı sebeplerle mallarını devretmesi mirasçılar açısından sıkça karşılaşılan bir sorun. Miras bırakan kimi zaman mirasçılarından birini kayırmak, kimi zaman da mirasçılarının alacaklılarından mal kaçırmak yahut da mirasçılarının tamamını mirasından mahrum kılmak amacıyla hileli işlemlerle malvarlığını devredebilmektedir.
Gayrimenkulleri bulunan miras bırakan genellikle; tapuda görünüşte bir satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesine istinaden devir işlemi yaparak, mirasçılardan mal kaçırabilmektedir. Miras bırakanın gerçek gayesini gizleyerek, mal kaçırma amacıyla yaptığı bu işlemlere muris muvazaası denmektedir.
Murisin yaptığı bu tür tasarruflar muvazaa sebebiyle iptale tabidir. Açılacak bir tapu iptal davası ile gayrimenkulün mirasçılar adına tescili sağlanabilmektedir. Muris muvazaasının sebbeiyle zamanaşımı süresi uygulanmaksızın bu davaların açılması mümkündür.
Muris muvazaası, kimi zaman da mirasçıların alacaklılarından mal kaçırmak amacıyla yapılmaktadır. Mirasçıların birinden alacaklı olan tarafın da muris muvazaasına dayanarak iptal davası açması mümkündür. Alacaklının iptal davası açabilmesi için borçlu olan mirasçıdan h alacağını tahsil edememesi, borçlunun acz içinde olmasına bağlıdır.
Bu tür davaların görülmesinde mutlaka bir hukuki destek alınmasını tavsiye ederim.
Para gibi tedavül kıymeti olan çekin, tarihinde bankaya ibraz edildiğinde karşılıksız çıkması ticari hayatta ciddi sorunlara yol açmakta ve malesef son dönemde bu durumla daha da sık karşılaşılmaktadır. Karşılıksız çek düzenleme suçunun ilk mağdurunun, çeki bankaya ibraz edip karşılığını alamayan meşru hamil olduğu kuşkusuzdur. Karşılıksız işlemi gören çekle karşı karşıya kalan hamilin cezai anlamda hangi yola başvurabileceğini, süresini, karşılıksız çek düzenleme suçunu ve unsurlarını kısaca ele alalım.
Çek Kanunu’nun 5. maddesi 09.08.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6728 sayılı kanun ile değiştirilmiş, karşılıksız çek düzenleme suçunun yaptırımı olan hapis cezası kaldırılmıştır. Bu değişiklikten önce karşılıksız çek düzenleme suçunun şikayeti Cumhuriyet Savcılığına yapılıyordu ancak; anılan düzenleme ile şikayetin yapılacağı mercii, süresi, yargılama usulü ve uygulanacak yaptırımlar değişmiştir.
Suçun faili, çek karşılığını banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan, yani çek hesabının sahibi olan kişidir. Karşılıksız çıkan çek bir şirket çeki ise; fail çeki imzalamış olan kişi değil, düzenleme tarihinde (aslında vade tarihidir) karşılığını bankada bulundurmak zorunda olan yetkili kişidir. Yani şirketin yetkilisi olan A kişisi çeki imzaladıktan sonra çekin tarihi gelmeden yetkisi sona ermiş ve yerine B kişisi gelmişse, çekin tarihinde karşılığının bulunmamasından B kişisi sorumlu olacaktır.
Karşılıksız çek düzenleme suçu şikayete tabi bir suçtur bu sebeple şikayetin süresinde yapılması önem taşımaktadır. Şikayet, çekin karşılıksız işlemi gördüğü tarihten itibaren 3 aylık süre içerisinde İcra Ceza Mahkemesi’ne yapılmalıdır. Şikayetin 3 aylık süre geçtikten sonra yapılması halinde mahkemeler şikayet hakkının düşmüş olduğuna karar vermekte ve suç yaptırımsız kalmaktadır.
Peki, kimler karşılıksız çek şikayetinde bulunabilir? İlk akla gelen tabi ki karşılıksız işlemi gören çeki bankaya ibraz eden meşru hamildir. Zira; kanun da açıkça ‘hamil’in şikayette bulunacağını belirtmiştir. Ancak; kanunun belirttiği ‘hamil’ kavramının cirantaları da kapsayabileceği yönünde mahkemeler arasında farklı görüşler ve farklı kararlar ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine; konu önüne gelen Yargıtay 19. Ceza Dairesi 10.05.2018 tarihli kararında “Karşılıksız çek düzenleme suçunda şikayet hakkının; çeki tahsil amacıyla bankaya ibraz eden hamil ile “karşılıksızdır” işlemi yapıldıktan sonra çeki elinde bulunduran ve aynı zamanda “karşılıksızdır” işlemi yapılmadan önceki dönemde geçerli ve meşru ciranta olan kişiye ait olacağına , 10.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verilmiştir.” şeklinde karar vermiş ve tartışmaya noktayı koymuştur.
Yani şikayet hakkı çeki bankaya ibraz eden hamil veya çeki elinde bulunduran önceki cirantalardan birine ait olabilecektir. Şikayet hakkı sahibinin belirlenmesinde önemli olan hususun senedi elinde bulundurmak olduğuna dikkat edilmelidir.
Süresinde yapılan şikayet üzerine; İcra Ceza Mahkemeleri İcra İflas kanunu uyarınca yargılama yapmaya başlar. Yargılama sonunda karşılıksız çek düzenlenmesine sebep olan kişi hakkında 1500 güne kadar adli para cezasına, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına karar verilir ve sanık yargılama giderlerinden sorumlu tutulur. Verilen adli para cezası; karşılıksız kalan çek bedeli, faizi ve yargılama giderlerinin toplamından da az olmayacaktır, mahkeme adli para cezası bedelini buna göre hesaplamaktadır.
Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına ilişkin karar uygulamada yargılamanın başında koruma tedbiri olarak verilmektedir. Bu karar mahkeme tarafından derhal Risk Merkezine bildirilir ve Risk Merkezi de bu kararı bankalara bildirir.
Mahkemenin verdiği adli para cezası uzlaşma, hükmün açıklanmasının geri bırakılması, erteleme gibi sanık lehine olan hükümler uygulanmaz. Nakden ödenmemesi halinde para cezası hapis cezasına çevrilir ve sanık hapis cezası yaptırımı ile karşı karşıya kalır. Bu durumda adli para cezası veya hapis cezasından kurtulmak isteyen sanığın karşılıksız kalan çek bedelini ödemekten başka çaresi kalmayacaktır.
Medeni kanunumuz yasal mirasçıları ve miras paylarını belirlemiştir. Vefat eden kişi sağlığında herhangi bir mal varlığı paylaşımı veya vasiyetname yapmamışsa, miras Medeni Kanun’un belirlediği oranlara göre yapılır. Kimi zaman miras bırakacak kişi, mirasını kanunun belirttiğinden farklı şekilde paylaştırmak istemekte ve sağlığında vasiyetname ile mal varlığını paylaştırmaktadır.
Miras bırakanın hayattayken yaptığı vasiyetname, mirasçıların miras haklarını ihlal edebilmektedir. Bu durumda mirasçıların vasiyetnamenin iptali veya tenkisi davası açarak, ihlal edilen miras paylarını talep etmeleri mümkündür.
Vasiyetnamenin iptali kanunda sayılan sebeplerle sınırlı olarak mümkündür. Vasiyet edenin ehliyetsiz olması, kanunda sayılan sebeplerle iradesinin sakatlanmış olması, vasiyetname içeriğinin kanuna veya ahlaka aykırı olması, kanunda öngörülen şekilde yapılmamış olması hallerinde vasiyetnamenin iptaline karar verilebilir.
Vasiyetnamenin iptaline karar verilmesi mirasçıların kanunda öngörülen şekilde miras paylaşımını mümkün kılacaktır.
Miras bırakan her ne kadar sağlığında mal varlığını vasiyetname ile paylaştırma özgürlüğüne sahipse de, bu özgürlüğü yasal mirasçıların saklı payı ile sınırlıdır. Bilindiği üzere yasal mirasçıların kanunda öngörülen miras paylarının bir kısmı saklı paydır. Vasiyetname ile mirasçıların saklı payları ihlal edilmiş ve vasiyetnamenin iptali sebeplerinden biri de mevcut değilse bu durumda yasal mirasçıların tenkis davası ile saklı payları için miras haklarını talep etmeleri mümkün olacaktır. Vasiyetname ile haklarının ihlal edilmiş olduğunu düşünen mirasçılara, bir avukat aracılığıyla bu davaları açmalarının daha sağlıklı sonuçlanacağını hatırlatmak isterim.
Ölüme bağlı tasarrufların iptali ve tenkis davaları hakkında yazımız için http://fatmatugcebilgin.av.tr/2020/07/16/olume-bagli-tasarruflarin-iptali-ve-tenkisi/
Miras hukuku mirasta tenkis davaları miras avukatı hukuki destek http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
İstanbulda miras avukatı, Üsküdarda miras avukatı, miras davaları avukat, vasiyetname düzenleme avukata sor.
Dava açmadan önce arabulucuya başvurma zorunluluğu, ilk olarak iş mahkemelerinde açılacak davalarda hukuk hayatımıza girdi. Bu zorunluluk bir dava şartıdır. Hakkın doğrudan dava yolu ile aranması, taraflar açısından zaman kaybına ve masraflara yol açmakta, mahkemelerin de iş yükünü artırmakta. İş mahkemesinde açılacak davalarda arabulucuya başvurulması bu soruna kısmen çözüm getirdi.
Uyuşmazlık taraflarının karşılıklı olarak masaya oturması ve bir arabulucu huzurunda görüşme sağlaması, konunun uzlaşılarak çözüme ulaşmasını sağlayabilmektedir. Bu düzenlemenin toplumun uzlaşma kültürüne de katkıda bulunacağını umut ediyoruz.
Arabuluculuk dava şartı 01.01.2019 tarihinden itibaren artık ticari uyuşmazlıklarda da uygulanacak. Ticaret Kanunu’na eklenen 5/A maddesi ile ticari uyuşmazlıklarda da dava açılmadan önce arabulucuya başvurulması dava şartı olarak düzenlendi. Yani, kanunun yürürlüğe girdiği 01.01.2019 tarihinden itibaren ticari bir dava açmadan önce de arabulucuya başvurmak zorunlu hale gelmiştir.
Arabulucuya başvurma zorunluluğu her türlü ticari davada geçerli midir? Hangi ticari uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurulması zorunluluktur?
Kanuna eklenen maddede “konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında” dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmasının dava şartı olduğu belirtilmiştir. Yani arabulucuya başvurunun zorunlu olması için uyuşmazlığın konusunun ‘parasal’ olması gerekir. Parasal nitelikli olmayan konularda arabulucuya başvurma zorunluluğu yoktur, ancak tercih edilirse yine de başvurulması mümkündür.
Dava açmadan önce arabulucuya başvurma zorunluluğu, parasal nitelikte olmasına rağmen ihtiyati haciz ve ihtiyati tedbir kararı alınmasına engel değildir.
Ticaret kanununda veya başka kanunlarda uyuşmazlığın konusu hakkında tahkim gibi başka bir alternatif çözüm yolu düzenlenmiş ise yine arabulucuya başvurma zorunluluğu yoktur. Arabulucuya başvurma zorunluluğu kapsamında olup olmadığının belirlenmesi için, uyuşmazlığın konusunun ve niteliğinin tespiti önemlidir. Bu sebeple; hem arabuluculuğa başvurmadan önceki sürecinin hem de arabuluculuk sürecinin hukuki destek ile yürütülmesinde her zaman fayda vardır. Zira; tarafların anlaşıp anlaşmamasına göre düzenlenecek tutanak, icra edilebilir bir belge olması sebebiyle çok önemlidir.
Konuyla ilgili Arabuluculuk Daire Başkanlığının sitesinden (http://www.adb.adalet.gov.tr/) detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.