Uygulamada kira tespit davası olarak bilinen ve genellikle kiralayan tarafından açılan, TBK’ya göre kiracı veya kiraya veren tarafından kira bedelinin mahkeme tarafından belirlenmesi için açılan dava türüdür.
Türk Borçlar Kanunu 344. Ve 345. Maddelerinde düzenlenen kira bedelinin belirlenmesine ilişkin davaları 2 ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. TBK 344/2 ve TBK 344/3. Fıkraları birbirinden farklı kira bedelinin belirlenmesine ilişkin davalardır.
Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’na eklenen 18/B maddesi ile 01/09/2023 tarihinden itibaren kira bedelinin belirlenmesi davası da dava şartı arabuluculuk kapsamına girmiştir. Yani kira bedelinin belirlenmesi davası açmadan önce arabuluculuk yoluna başvuru artık zorunlu hale gelmiştir.
Kira sözleşmesinde kira bedelinin artış oranı belirlenmiş olsa da; TBK 344/1 kira artış oranına bir sınır getirmektedir. “- Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır.” Kanunun bu emredici düzenlemesi gereği sözleşmede belirlenen oran Tüfe oranından düşük olarak belirlenmiş ise belirlenmiş olan oranda kira artışı yapılır. Ancak; belirlenen oran Tüfe ortalamasından düşük kalıyor ise, 344/1 gereği Tüfe oranında sınırlamaya tabi olacaktır.
Tarafların yeni kira döneminde kira artış oranı hakkında anlaşmaları veya sözleşmede sözleşmenin yenilenmesi halinde uygulanacak kira artış oranı belirlenmiş ise, belirlenen artış oranı 344/1’de belirlenen tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Kiralayan ve kiracının (henüz 5 yılı doldurmamış olan) yeni kira döneminde yapılacak artış oranı hakkında anlaşma sağlayamamış ise TBK 344/2 uyarınca açılacak davada hakimden kira bedelini belirlemesi talep edilir.
TBK 344/2 uyarınca yapılacak kira tespitinde hakim tarafından kiralananın durumunu da dikkate alarak hakkaniyete uygun şekilde yine 344/1 sınırlamasına uygun şekilde kira bedeli belirlenir. Uygulamada 5 yılı doldurmamış kira sözleşmesine istinaden, yeni kira döneminde yapılacak artışın belirlenmesi için açılan davalarda kira artışı Tüfe ortalamasına eşit veya yakın bir miktar olarak belirlenmektedir.
Kira sözleşmesinde belirlenen kira artış oranı enflasyon karşısında düşük kalabilmekte veya kiralanan taşınmaz emsallerinin değeri artmış olabilmekte. Bu durumda kiralananın 5 yıldan sonraki dönem için kira bedelinin tespiti için mahkemeye başvurma hakkı doğmaktadır. 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde, 5 yıldan sonraki yeni kira dönemi için TBK 344/3. Fıkrasına göre dava açılarak mahkemeden rayiç bedelin belirlenmesi talep edilebilir. Son zamanlarda uygulamada en sık açılan kira bedelinin tespiti davası emsal kira bedellerinin artması sebebiyle TBK 344/3. Fıkrasına istinaden 5 yıldan sonraki tespit davasıdır.
TBK344/3’ göre açılan kira bedelinin tespiti davasında TBK 344/2’den farklı olarak hakim kira bedelini belirlerken Tüfe sınırlamasına tabi değildir. Hakim tarafından tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir.
Kira bedelinin 5 yıldan sonraki dönem için 344/3 uyarınca tespit edildikten sonraki yeni kira dönemlerinde yine 344/1 fıkrasındaki Tüfe sınırlamasına bağlı kalınarak kira artışı yapılabilir. Kira bedelinin tespitinden sonraki her 5 yıldan tekrar TBK 344/3 uyarınca kira bedelinin yeniden tespit edilmesi talep edilebilir.
Kira sözleşmesi 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenmiş olmalı.
Kira sözleşmesi 5 yıldan uzun süreli yapılmış ise, bu 5 yıl içerisinde her yıl kira artışı yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın 5. Yıldan sonraki kira yılı için kira bedelinin TBK 344/3 uyarınca belirlenmesi için dava açılabilir.
Belirsiz süreli bir kira sözleşmesinin 5. Yıldan sonra yenilenmesi halinde, yeni kira dönemi için de kira bedelinin belirlenmesi için 344/3 uyarınca kira bedelinin tespiti davası açılabilir. Bu şekilde belirlenmiş olan yeni kira bedeli üzerinden 5 yıllık kira dönemi geçtikten sonra, tekrar kira bedelinin tespiti davası açılabilir.
Kira bedelinin tespit edildiği kira döneminden sonraki yıllarda yine TBK 344/1 hükmüyle sınırlı olarak kira bedelinin artış oranları belirlenebilir. Devam eden 5. Yılın sonunda taraflar kira bedelinin belirlenmesi için tekrar 344/3’e göre mahkemeye başvurabilir.
5. yılın geçmesinden sonra açılmayan kira bedelinin tespiti davası daha sonraki dönemler için de açılabilir. Bu durumda takip eden 5. Yıldan sonra yine kira bedelinin belirlenmesi için TBK 344/3 hükmüne göre mahkemeye başvurulabilir.
Tarafların 5 yıllık süre dolmadan yeni bir sözleşme yapmış olmaları halinde, kira bedelinin tespiti davası açılması için yeni sözleşmenin yapıldığı tarihten itibaren 5 yıl geçmesi gerekir. Tarafların yalnızca TBK 344/1 sınırına uyarak yapmış olduğu kira artışı dışında sözleşme unsurlarında değişiklik yoksa, yeni yapılan sözleşmenin eski sözleşmenin devamı niteliğinde olduğu kabul edilir ve 5 yıllık süre ilk sözleşme tarihinden itibaren hesaplanır.
Kira bedelinin tespiti davasının yeni kira döneminden en az 30 gün önce açılması halinde veya kira bedelinin artırılacağına ilişkin yazılı bildirimde bulunmuş olmak kaydıyla yeni kira döneminin sonuna kadar açılacak olan kira bedelinin tespiti davasıyla belirlenecek olan yeni kira bedeli, yeni kira döneminin başından itibaren geçerli olur. Bu sebeple; mahkemenin tespit edeceği yeni kira bedelinin yeni kira döneminin başından itibaren uygulanması için kira tespiti davası ya yeni kira döneminden 30 gün önce açılmalı, ya da kira artışı yapılacağına ilişkin yazılı ihtarda bulunulmalıdır. Ancak; sözleşmede zaten yeni kira döneminde artış yapılacağına ilişkin bir düzenleme mevcut ise, bu şartlar da aranmamaktadır.
Ticari hayatta en sık kullanılan kambiyo senetleri bono ve çek olmakla beraber, bu yazımızda bono yani emre yazılı senedin geçerli olarak düzenlenebilmesi için gereken zorunlu şartları ele alacağız.
Bono keşideci ve lehtar olmak üzere ikili bir ilişki barındıran, Türk Ticaret Kanununda düzenlenmiş bir kambiyo senedidir. Kambiyo senetlerine özgü takip yapılabilmesi ve adi senede göre alacaklının elinin daha güçlü olması bulunması sebebiyle kanun bononun geçerliliğini bir takım şartlara bağlamıştır. Senedi düzenleyen kişilerin bu şartlara uygun olup olmadığına dikkat etmesi gerekmektedir. Aksi halde düzenlenen senedin kambiyo vasfı bulunmayacaktır.
Senet metninde ‘bono’ veya ’emre yazılı senet’ kelimeleri yer almalıdır. Eğer senet başka bir dilde düzenlenmişse de, o dilde aynı anlama gelen kelimelerin senet metninde yer alması gerekmektedir. Hazır olarak boş senet metinlerinde bu kelimeler matbu olarak yer almaktadır, ancak tarafların kendilerinin düzenlemesinde de sakınca bulunmamaktadır. Bu kelimelerin yer almadığı bir senet düzenlenmişse, diğer unsurları taşıyorsa emre yazılı ödeme vaadi sayılır.
Bir kambiyo senedi olan bono kayıtsız ve şartsız bir para borcu ikrarını içermelidir. Senet metnine para borcunun herhangi bir olgunun gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi şartına bağlanması senedin bono vasfına sahip olmasını engeller. Senette para borcundan başka bir şeyin bedel olarak düzenlenmesi mümkün değildir, yalnızca para borcu olabilmektedir.
Geçerli bir kambiyo senedinden söz edilebilmesi için senette geçerli bir vade tarihinin de yer alması gerekmektedir. Senet metninde herhangi bir vade belirlenmemiş, boş bırakılmış ise senedin görüldüğünde ödenecek senet olduğu kabul edilmektedir. (TTK. 777/2)
Bonoda belirlenebilecek 4 tür vade bulunmaktadır. Bunlardan ilki belirli vadedir. Açıkça bir tarih senet metninde yer alır. İkincisi görüldüğünde ödenecek vadedir, senet metninde bu husus açıkça yazar veya boş bırakılırsa bu vadeye göre düzenlendiği kabul edilir. Üçüncü vade türü; görüldüğünden belli bir süre sonra vadedir, görüldükten ne kadar süre sonra ödeneceği açıkça senette yazar. Dördüncü vade ise, keşidesinden itibaren belli bir süre vadedir. Yine senette zorunlu unsurlardan olan keşide tarihinden itibaren ne kadar süre sonra ödeneceği senette açıkça yazmalı.
Senette ödeme yerinin gösterilmesi zorunlu unsurlardandır, ancak yazmaması doğrudan geçersizliğe sebep olmaz. Senette açıkça ödeme yeri yazmıyorsa düzenleme yerinin ödeme yeri olduğu kabul edilir. Ödeme yeri de yazmıyorsa düzenleyenin adı soyadı yanında yazan yer ödeme yeri olarak kabul edilmektedir. Eğer burada da bir yer belirtilmemişse senet bono sayılmaz.
Bono emre yazılı senetlerden olduğundan ve ancak ciro ile devri mümkün bulunduğundan senette lehtarın gösterilmiş olması zorunlu unsurlardandır. Bu sebeple de bonoların hamiline yazılı olarak düzenlenmeleri mümkün değildir.
Senettedüzenleme yeri belirtilmemiş ise, düzenleyenin adı-soyadı yanında yazan yer düzenleme yeri olarak kabul edilir. Adın yanında da hiç bir yer belirtilmemiş ise geçerli bir bonodan söz edilemez.
Son olarak senette bulunması gereken zorunlu unsur keşideciye ait el yazısı ile atılmış imzadır. Keşideci gerçek kişi ise kendisine ait el yazısı ile imza, bir tüzel kişiliği temsilen atılan imza haricinde bir imza daha atılması (çift imza) imzalayan kişinin temsil ettiği tüzel kişilikle beraber şahsen de senet borcuna kefil olması (aval) sonucunu doğurmaktadır. Parmak basmak suretiyle bono düzenlenmesi mümkün olmamaktadır.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz kanunun zorunlu kıldığı zorunlu unsurların senet düzenlendiği anda değil, tedavüle girdiği anda mevcut olması gerekmektedir. Boş senede imza atılması ve senedin diğer unsurlarının lehtar tarafından sonradan doldurulması sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Bu durumda senedin borçlu tarafından el yazısı ile imzalanmış olması halinde, diğer unsurların borçlu el yazısı ile olmasına gerek olmadığı ve zorunlu unsurların senet tedavüle çıkmadan evvel tamamlanmış olması gerektiği kabul edilmektedir.
“TTK.nun 690. maddesi göndermesi ile bonolarda da uygulanması gereken TTK.nun 592. maddesi uyarınca açık bono düzenlenmesi mümkündür. Tamamen doldurulmamış bononun ilk tedavüle çıktığı anda zorunlu unsurları taşıması gerekir. Senedin C. Savcılığına ibrazı tedavüle çıkmış olduğu anlamına gelir. “(Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2016/5645 K. 2016/24721 T. 1.12.2016)
BİLGİN HUKUK BÜROSU
ARABULUCU AVUKAT FATMA TUĞÇE BİLGİN
Hekimin teşhis, tedavi veya tıbbi müdahale sırasında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmesi hastanın mağduriyetine hasta haklarının ihlaline sebep olabilmektedir. Söz konusu hukuka aykırı veya dikkat ve özen yükümünün yerine getirilmediği teşhis, tedavi veya tıbbi müdahalenin hangi sağlık kurumunda yapıldığı yargı yolunun belirlenmesi açısından önem taşımaktadır. Devlet hastaneleri, eğitim ve araştırma hastaneleri ve vakıf hastanelerinde meydana gelen hatalı hekim uygulamaları sebebiyle açılacak tazminat davaları idare mahkemelerinde görülmektedir. Özel hastaneler veya doğrudan işlemi yapan hekime karşı yöneltilecek tazminat talepli malpraktis davaları adli yargıda görülmektedir.
Hatalı enjeksiyon yapılması nedeniyle meydana gelen sakatlıklar sıklıkla karşılaşılan bir sağlık hukuku problemleridir. Yüksek mahkeme hatalı enjeksiyon uygulaması sebebiyle açılan tazminat davalarında yüksek mahkemelerin kararları enjeksiyonun yanlış bölgeye uygulandığının ispatlanamaması halinde, ATK raporları doğrultusunda meydana gelen ‘çeşitli problemlerin’ komplikasyon olarak değerlendirildiği yönündedir. Bu sebeple hatalı enjeksiyonun söz konusu olduğu durumlarda enjeksiyonun yanlış bölgeye uygulanmış olduğunun ispatı önem taşımaktadır. “Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu tarafından, dosyada mevcut bulunan kayıtlar değerlendirilerek olaya ilişkin, “29.10.2008 tarihinde .. Devlet Hastanesinde uygulandığı belirtilen enjeksiyon sonucu gelişen bulguların enjeksiyon nöropatisi ile uyumlu olduğu, ancak tıbbi belgelerde enjeksiyonun yanlış yere uygulandığına dair kayıt bulunmadığı, enjeksiyonun doğru bölgeye uygulanması durumlarında da, ödem, hematom, ilacın difüzyon yoluyla sinire toksik etkisi, vücut yapısı, siyatik sinirin anatomik lokalizasyon farkı gibi nedenlerle nöropatinin gelişebileceği, nöropatinin, enjeksiyon uygulamalarının beklenebilir komplikasyonu olarak değerlendirildiği” yönünde görüş verilmiştir.
Dava konusu olayda idarenin hizmet kusurunun tespit edilememesinin tıbbi kayıt eksikliğinden kaynaklandığı gözetildiğinde, davacının tedavi sürecinde gelişen olaylarla ilgili maddi gerçeğe (rahatsızlığının nedenine) hiçbir zaman ulaşamayacağı ve ömür boyu şüphe duyacağı açıktır.Diğer taraftan davalı idare tarafından dosyaya sunulan belgelerin incelenmesinden, yukarıda anılan mevzuat hükümleri uyarınca, enjeksiyon öncesi enjeksiyonun komplikasyonları hakkında bilgilendirilerek rızasının alındığına ilişkin aydınlatılmış onam belgesinin olmadığı görülmekte olup, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemiş olmasının da sağlık hizmetinin gerektiği gibi yürütülmediği konusunda davacıda endişe, üzüntüye yol açacağı açıktır.
Dava konusu olayda davacının sakat kalmasında davalı idarenin hizmet kusuru bulunduğu açıkça ortaya konulamadığından maddi tazminata hükmedilmesi koşulları oluşmamakla birlikte, tıbbi kayıtların eksik tutulması ve enjeksiyon öncesi aydınlatılmış onamının alınmamış olmasından kaynaklı uğradığı manevi zararının, manevi tazminatın zenginleşme aracı olamayacağı ilkesi de gözetilerek makul ölçüde tazmini gerekirken manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir.” (D A N I Ş T A Y 15 DAİRE E: 2014/3146 K: 2019/290 K.T.: 05.02.2019)
Söz konusu enjeksiyon işlemi doğru bölgeye yapılmış ve herhangi bir hatalı uygulama bulunmasa dahi bir takım komplikasyonlar taşımaktadır. Biyotıp sözleşmesinin 5. maddesi, Hasta Hakları Yönetmeliğinin 22. ve 31. maddeleri ve Tıp Meslek Etiği Kuralları gereğince hastanın yapılacak işlem hakkında anlayabilceği şekilde bilgilendirilmiş olması ve bu bilgilendirme kapsamında aydınlatılmış onamının alınması gerekmektedir. Hastanın aydınlatılmış onamının alınmaması yapılan işlemde her ne kadar hekime veya sağlık çalışanına kusur bulunmasa dahi hastanın yapılacak işleme komplikasyonları bilrek rıza gösterme hakkını engellediği için manevi tazminat talep etme hakkı vermektedir.
“Uyuşmazlık; davacıya yapılan iğne sonucunda sakat kaldığından bahisle iş gücü kaybından dolayı uğranıldığı öne sürülen 213.363,84-TL maddi ve 15.000-TL manevi olmak üzere toplam 228.363,84-TL zararın tahsili istemine ilişkindir. Davacıya enjekte edilen ilaçların doku içi yayılımı ile sinir hasarına neden olabileceklerinin tıbben bilindiği, bu durumun enjeksiyonların tekniğine uygun olarak yapılması durumunda da daha önceden öngörülemeyecek ve önlenemeyecek arazlara sebep olabildiği, bunun her türlü özene rağmen oluşabilecek herhangi bir kusur ve ihmalden kaynaklanmayan komplikasyon olarak nitelendirildiği, enjeksiyonun yapılış tekniği ve uygulanan bölgenin uyumsuzluğu yönünden tıbbi bir delil de tanımlanmadığı, enjeksiyonu uygulayan ve bu talimatı veren ilgili hekime herhangi bir kusur izafe edilemediği hususları bahse konu bilirkişi raporları ile açıkça ortaya konulduğundan bakılmakta olan davada idarenin kusurlandırılarak tazminat ödemekle yükümlü kılınmasına hukuken olanak bulunmamaktadır. 213.363,84-TL maddi tazminatın davalı idarece davacı tarafa ödenmesi yönünde kurulan İdare Mahkemesi kararında, hukuken sabet bulunmadığından bozulması gerekmektedir. ” (Danıştay 15. Daire E: 2017/750 K: 2018/2216 K.T.: 06.03.2018)
“Özet: Uyuşmazlık; hekimin hatalı uygulaması nedeniyle oluşan hizmet kusuruna dayalı maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Adi Tıp raporunda davacıda ameliyat sonrasında gelişen durumun yapılan tıbbi işlemin komplikasyonu olarak kabul edilmesi karşısında, idari eylemle zarar arasında nedensellik bağı kurulamadığından maddi tazminata hükmedilmesinin koşulları oluşmamakla birlikte, ameliyat gibi riskli ve önemli bir tıbbi uygulamadan önce, işlemin sık görülen komplikasyonlarından olduğu Adli Tıp Kurulu raporundan da anlaşılan, barsak perforasyonunun anlatılıp davacıdan yazılı onamın alınmamış olması durumunda, mevzuat hükümleri uyarınca davacının aydınlatılma ve onay verme hakkının elinden alınmış olacağı ve yürütülen sağlık hizmetinin gereği gibi işletilmediği konusunda davacıda endişe ve üzüntüye yol açacağından, davacının manevi tazminat talebinin olayın oluş şekli ve davacı üzerinde bıraktığı kalıcı tesirleri de dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir..
…Davacıya, 04.05.2009 tarihinde laparoskopik yöntemle yapılan ameliyata ilişkin aydınlatılmış onam belgesinde, barsak yaralanmasına ilişkin bir bilgilendirmenin yapılmadığı, hastanın geçmiş öyküsü dikkate alınarak bu yönde açık bir bilgilendirme yapılarak rızasının alınması yoluna gidilmediği görülmektedir.
Manevi tazminat, mal varlığında meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Manevi zararın varlığı, sadece şeref, haysiyet ve onur kırıcı işlem ve eylemlere ya da kişilerin vücut bütünlüğünde meydana gelen sakatlık haline, ölüm nedeniyle ağır bir elem, üzüntü duyulması şartına bağlı olmayıp; idarenin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetini gereği gibi eksiksiz olarak sunamaması nedeniyle ilgililerin yeterli hizmet alamamalarından dolayı üzüntü ve sıkıntı duymaları manevi zararın varlığı ve manevi tazminatın hükmedilmesi için yeterli bulunmaktadır.
Adi Tıp Raporunda davacıda ameliyat sonrasında gelişen durumun, yapılan tıbbi işlemin komplikasyonu olarak kabul edilmesi karşısında, idari eylemle zarar arasında nedensellik bağı kurulamadığından maddi tazminata hükmedilmesinin koşulları oluşmamakla birlikte, ameliyat gibi riskli ve önemli bir tıbbi uygulamadan önce, işlemin sık görülen komplikasyonlarından olduğu Adli Tıp Kurulu raporundan da anlaşılan, barsak perforasyonunun anlatılıp davacıdan yazılı onamın alınmamış olması durumunda, yukarıda aktarılan mevzuat hükümleri uyarınca davacının aydınlatılma ve onay verme hakkının elinden alınmış olacağı ve yürütülen sağlık hizmetinin gereği gibi işletilmediği konusunda davacıda endişe ve üzüntüye yol açacağından, davacının manevi tazminat talebinin, olayın oluş şekli ve davacı üzerinde bıraktığı kalıcı tesirleri de dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yönüyle manevi tazminat talebinin reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir.”
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Malpraktis davaları hakkında : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/10/11/malpraktis-davalari/
Sağlık Hukuku Tıp Hukuku Malpraktis Davaları Hasta Hakları Hatalı Enjeksiyon
Türk Medeni Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca, haklı bir sebebe dayanmak kaydıyla, adın değiştirilmesi hâkimden istenebilir. Bu haklı sebepler, kişinin günlük hayatında başka bir ismi benimsemesi, bu ismi kullanması, aile, arkadaş ve sosyal çevresinde bu isim ile bilinip anılması gibi birçok sebep olabilir. Örneğin bir erkeğin nüfus kaydındaki isminin kadın ismini çağrıştırması veya tam tersi bir durum da isim değişikliği davasında haklı sebep olarak kabul edilebilir.
Bir kişi isminin komik bir olay veya olguyu, karakteri çağrıştırması, bu kişinin sosyal hayata uyum sağlamasını zorlaştırabilir, ruhsal sorunlara yol açabilir. Özellikle çocuklar arasında alay konusu yapılabilen bazı isimler sonradan mahkeme başvurularak değiştirilebilir. Bu gibi sebepler; isim değişikliği davasında haklı sebep olarak kabul edilebilir.
Anne ve baba çocuğun ismini kararsızlıkla koyması, sonradan beğenmemeleri veya çocuğun büyüdüğünde ismini beğenmemesi, rahatsız edici unsurların olması halinde çocuğun isminin değiştirilmesi de mümkündür. Çocuğun isminin değiştirilmesi için velayet hakkı sahibi anne ve baba beraber mahkemeye başvurarak çocuğun isminin değiştirilmesini talep edebilir.
İsmin değiştirilmesi davası 6100 sayılı HMK’nın 382/2-a-2 maddesinde çekişmesiz yargı işleri arasında düzenlenmiştir. Çekişmesiz yargı işleri HMK 383 hükmüne göre de aksine hüküm bulunmadıkça Sulh Hukuk Mahkemelerinde görülür. Ancak; Nüfus Hizmetleri Kanununun 36. maddesinin 1/a bendinde, nüfus kayıtlarına ilişkin düzeltme davalarının düzeltmeyi isteyen şahısların yerleşim yeri adresinin bulunduğu yerdeki görevli Asliye Hukuk Mahkemesinde açılacağı hükme bağlanmıştır.
Ayrıca; her ne kadar çekişmesiz yargı işleri arasında düzenlenmişse de, isim değişikliği davası Nüfus Müdürlüğü’ne karşı açılmaktadır. HMK hükmünün ve Nüfus Hizmetleri Kanununun farklı hükümler (https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.5490.pdf ) barındırması sebebiyle görev yönünden isim değişikliği davasında uyuşmazlıklar doğmuş, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25/12/2013 gün ve 2013/18-464 E. ve 2013/1698 K. sayılı kararı ile isim değişikliği davasında Asliye Hukuk Mahkemelerinin Görevli olduğu benimsenmiştir.
İsim değişikliği davasında isim eklenmesinin talep edilmesi, nüfus kaydının isim eklenmek suretiyle değiştirilmesi A.. B. olan isminin A. D. B. olarak değiştirilmesi de yine isim değişikliği davası kapsamında Asliye Hukuk Mahkemeleri tarafından görülmektedir. İsim ekletme, soy isim değiştirme gibi talepler de Asliye Hukuk Mahkemelerinin görev alanına girmektedir.
İş Hukuku
17 Nisan 2020 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7244 sayılı Yeni Koronavirüs (covid-19) Salgininin Ekonomİk ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile koronavirüs salgını kapsamında tedbir alınmak maksadı ile pek çok düzenleme yapılmıştır. Nakdi ücret desteği olarak yeni bir kavram da İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen geçici maddelerle beraber iş ve sosyal güvenlik hukuku kapsamına girmiştir.
Koronavisrüs salgını sebebiyle iş hayatındaki aksaklıklar ve çalışma sürelerinin önemli derecede azalması sebebiyle işverenler tarafından kısa çalışma ödeneğine başvurulmaya başlandı. Kısa çalışma ödeneğinin yanı sıra nakdi ücret yardımı olarak tanımlanan bir ödenek imkanı daha doğmuş ve iş hukuku kapsamında çeşitli sorulara da sebep olmuştur. Kısa çalışma ödeneği ile nakdi ücret desteği arasındaki farklar nelerdir? Nakdi ücret desteğinden yararlanma şartları nelerdir? Nakdi ücret desteği ne kadardır? Kim tarafından nereye başvurulması gerekmektedir? İşverenin sorumluluğu bulunmakta mıdır?
Kanun, ücret nakit desteğinden yararlanabilecek çalışanları iki gruba ayırmış ve yararlanma koşullarını belirlemiştir. İş akdi sona erdirilmemiş olan çalışanlar bakımından işveren tarafından ücretsiz izne ayrılmış olmak ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanamıyor olma koşulları aranmaktadır. Diğer grup ise 15/03/2020 tarihinden sonra iş akdi feshedilen çalışanlardır. Bu grup için de nakdi ücret desteğinden yararlanabilmek için, İşsizlik Sigortası Kanununun 51. maddesi kapsamında iş akdinin feshedilmiş olması, işsizlik ödeneğinden ve yaşlılık aylığından yararlanmıyor olma koşulları aranmaktadır. İş akdinin 17/04/2020 tarihinden önce feshedilmiş olması gerekmektedir. Çünkü kanunun resmi gazetede yayınlandığı 17/04/2020 tarihi itibariyle fesih yasağı başlamaktadır.
Nakdi ücret desteğinden ne kadar süre yararlanılır? İş akdi feshedilmeyip, ücretsiz izne çıkarılmış olan işçiler bakımından ücretsiz izinde bulundukları süre kadar nakdi ücret desteğinden yararlanılabilmektedir. İş akdi 15/03/2020 tarihinden evvel işsizlik sigortası kanunu 51. maddesi kapsamında feshedilen işçiler bakımından ise işsiz kaldıkları süre kadar yararlanılabilmektedir. Nakdi ücret desteğinden yararlanan kişiler ayı zamanda genel sağlık sigortalısı sayılırlar.
Nakdi ücret desteği günlük 39,20 TL olarak belirlenmiştir. Ücret desteğinin günlük olarak belirlenmesi muhtemelen kısmi çalışma halinde olan çalışanlar bakımından ücretsiz izinli oldukları tarihlerin (günlerin) hesaplanması bakımından tercih edilmiştir. Nakdi ücret desteğinden yararlanmak için başvuruların e-devlet üzerinden yapılması mümkündür. Başvuruların işveren tarafından değil, doğrudan işçi tarafından yapılması gerekmektedir.
Kısa çalışma ödeneğinde ise yararlanma koşullarını taşıyan işçiler için başvuruların işveren tarafından yapılması gerekmektedir. İş yerinde çalışmanın önemli ölçüde azalması veya durması koşulunun yanında yararlanacak işçinin de son 60 gün hizmet akdine tabi olarak son 3 yıl içinde 450 gün prim ödemiş olması gerekmektedir. İşveren tarafından kısa çalışma başvuru formu ile beraber kısa çalışma uygulanacak işçi listesi de İşkur’a iletilmelidir. Kısa çalışma başvurusunun müfettişlerin yapacağı inceleme sonucunda uygun bulunması gerekmektedir. Yapılan değişiklikle beraber uygunluk tespitinin onaylanması beklenmeksizin ödeme yapılabilecektir. Kısa çalışma ödeneğinden yararlanılan süre boyunca işveren tarafından İş Kanunu 25/II de düzenlenen sebepler dışında iş akdi feshedilemeyecektir.
Kısa çalışma ödeneğinden yararlanma şartlarını taşıdığı halde işveren tarafından listeye yazılmayan işçi işverenin ihmali veya ayrımcılık yapması sonucunda mağdur olabilecektir. Kısa çalışma ödeneğinden yararlanamayan işçi, her ne kadar nakdi ücret desteğinden yararlanabilse de, aradaki farktan dolayı zarara uğraması, mağdur olması söz konusu olabilecektir. Bu durum işverenin eşit davranma yükümlülüğüne aykırılık olarak değerlendirilebilir.
Kısa çalışma ödeneği ne kadardır, nasıl hesaplanır? Kısa çalışma ödeneği günlük olarak çalışılmayan süreler için hesaplanarak aylık olarak ödenr. Günlük kısa çalışma ödeneği tutarı sigortalının son oniki aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının % 60’ı olarak hesaplanır. Ancak bu tutar aylık asgari ücretin brüt tutarının % 150’sini geçememektedir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
SIRA CETVELİNE İTİRAZ DAVASI VE SIRA CETVELİNE KARŞI ŞİKAYET
Sıra cetveli nedir?
Borçluya ait hacizli bir malın satışı sonucunda elde edilen satış bedeli alacaklıların alacağını karşılamaya yetmeyebilir. İcra İflas Kanununun 140. maddesi; satış tutarının bütün alacaklıların alacağını tamamen ödemeye yetmezse icra dairesinin alacaklıların bir sıra cetvelini yapacağını düzenlemiştir. Satış işlemini yapan icra müdürlüğü satış bedelinin alacaklılar arasında paylaştırılması için İİK. 100 ve 268. maddelerine göre hacze iştirak edebilecek alacaklıları belirleyerek sıra cetveli yapar. Uygulamada icra müdürlüğü tarafından derece kararı olarak düzenlenmektedir.
Satış bedelinin alacakların tamamını karşılamadığı halde sıra cetvelinin yapılmadığı istisnai durumlar da vardır. Rehnin/ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takiplerde satış bedelinin ipotek/rehin bedelini dahi karşılamaya yetmediği durumlarda icra müdürlüğü tarafından sıra cetveli yapılmasına yer olmadığına dair karar verilebilir.
Sıra cetvelinin İcra İflas Kanunu hükümlerine aykırı olarak düzenlenmiş olması, sıra cetvelinde yer verilmemesi gereken bir alacağa yer verilmiş olması, alacaklının alacağının düşük veya yüksek yazılmış olması hallerinde bu usulsüzlüklere karşı şikayet veya itiraz yollarına başvurulabilir. Sıra cetvelinde yer alan usulsüzlüklere, alacağın kendisine veya sırasına borçlu ve alacaklılar tarafından tebliğden itibaren 7 gün içinde şikayet yoluna, alacaklılar tarafından da itiraz davası yolluna gidilebilmesi mümkündür. Bu 7 günlük süre içerisinde itiraz edilmemesi ve şikayet yollarına başvurulmaması halinde sıra cetveli kesinleşmektedir.
Sıra cetveline itiraz davası ile şikayet arasındaki farklar nelerdir?
İcra takip işlemlerine karşı başvurulabilen bir yol olan şikayet kanun yolu teknik anlamda bir dava türü değildir. Şikayet kanun yolu bir nevi İcra mahkemesi tarafından icra takip işleminin takip hukuku hükümlerine uygunluğunun denetlenmesidir. İcra mahkemesi tarafından şikayet sonucunda verilen karar teknik olarak maddi anlamda kesin hüküm oluşturmazken, dava sonunda verilen karar maddi anlamda kesin hüküm oluşturmaktadır. Bu teknik ayrımın pratik sonucu olarak, icra mahkemesi tarafından şikayet üzerine verilen kararın kesin hüküm oluşturmaması sebebiyle, daha sonra genel mahkemede açılan davanın kesin hüküm itirazı ile karşılaşmayacağını söyleyebiliriz. Şikayet müessesesi İİK.’nun 16. maddesinde genel bir madde olarak düzenlenmiş olup, sıra cetveline karşı şikayet hususu ise 142/3 hükmünde ‘İtiraz alacağın esas ve miktarına taallük etmeyip yalnız sıraya dairse şikayet yoliyle icra mahkemesine arzolunur.’ denilmek suretiyle sıra cetveline karşı hangi hallerde şikayet yoluna gidilebileceğine de açıklık getirilmiştir.
Sıra cetveli bakımından genel bir ayrım olarak; şikayet yolu şekli eksiklik ve takip hukukuna aykırılık sebepleri ile başvurulan bir yol iken, itiraz davası ise maddi hukuku bakımından gerçekliğe aykırılık iddialarının incelendiği bir dava türüdür.
Sıra cetveline karşı hangi hallerde şikayet hangi hallerde itiraz davası yoluna gidilmesi gerekir?
İcra İflas Kanunu 142/3 hükmü sıra cetveline yapılan itirazın alacağın esas ve miktarına ilişkin olmayıp yalnız sıraya ilişkin olması helinde şikayet yoluyla icra mahkemesinde görüleceğini belirtmiştir. Kanun hükmü her ne kadar yalnız sıraya ilişkin olan itirazların şikayet yolu ile inceleneceğini belirtmişse de, takip hukukuna aykırılık teşkil eden başkaca hususlarda da İİK. 16. maddesi uyarınca şikayet yoluna başvurulması mümkündür. Şikayet yoluna hem alacaklılar hem de borçlu tarafından başvurulabilmektedir. Sıra cetveline karşı şikayet yoluna başvurmak isteyen alacaklı veya borçlu kararın tebliğinden itibaren 7 gün içerisinde icra mahkemesine başvurmalıdır. Bu 7 günlük süre iş günü değil, takvim günüdür.
Alacaklının kendi sırasına veya kendisinden önce gelen bir başka alacaklının sırasına şikayet yolu ile itiraz edebilir. Alacaklı, sıra cetvelinde kendisinden önce gelen bir başka alacaklının hem alacağının esasına hem de sırasına itiraz etmek istiyorsa bu durumda itiraz davası açarak her iki itirazını da ileri sürebilir. Sıra cetveline karşı itiraz davası borçlu tarafından açılamazken, alacaklıları tarafından HMK yetki ve görev kuralları uyarınca genel mahkemede açılılabilir. Sıra cetveline itiraz davasında yargılama genel hükümlere göre basit yargılama usulü uygulanarak yapılır. Sıra cetveline itiraz davasında ispat külfeti alacaklı olduğunu iddia eden davalıdadır. Davalı alacaklı olduğunu kabul etmeyen davacıya karşı genel hükümler uyarınca alacaklı olduğunu ispat etmekle yükümlüdür.
Alacağın esası hakkında bir ihtilaf olmayıp da yapılan icra işleminin yalnızca takip hukuku bakımından ihtilaf konusu olması halinde sıra cetveline ilişkin itirazın şikayet yolu ile icra mahkemesinde çözümlenmesi gerekmektedir. Örneğin Yargıtay bir kararında “Rehnin geçersizliğine ilişkin itirazların İİK.nun 146 ve 147. maddeleri gereğince icra dairesine yapılması gerektiğini” belirtmiştir. (Yargıtay 12. HD. 26.06.2012, 4742/22586)
“Davacı, düzenlenen sıra cetvelinde ipotekli alacaklılara ipoteğin karşıladığı miktardan daha fazla pay ayrıldığını, ayrıca taşınmaz üzerinde hacizleri bulunduğu halde sıra cetvelinde kendilerine yer verilmediğini ileri sürmüştür.
Sıra cetveli düzenlenirken, ipotekli alacaklılar ile haciz uygulayan diğer alacaklıların İİK.nun 151 nci maddesi uyarınca sıra cetvelinde gösterilmesi gerekmektedir. Anılan maddede, rehin bedelinin alacaklılar arasında paylaştırılmasında 138’nci madde hükmünün uygulanacağı, satış tutarının alacaklıların alacağını ödemeye yetmemesi halinde, icra müdürlüğünce aynı yasanın 206’ncı maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına göre sıra ve payların tayin olunacağı, 141, 142 ve 144’ncü maddelerin burada da uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Diğer bir anlatımla ipotekli alacaklıların yanı sıra diğer alacaklılara da sıra cetvelinde yer verilmesi suretiyle adı geçenlerin sıra cetveline itiraz etme olanağı da sağlanmış olmaktadır.
Diğer yandan davacı, ipotekli alacaklılara fazla pay ayrıldığını da itirazında ileri sürdüğüne göre, ipotek belgeleri getirtilip, ipoteklerin limit ipoteği olup olmadığı incelenmek suretiyle bu itiraz hakkında da bir karar verilmesi gerekmektedir.” (Yargıtay 19. Hukuk Dairesi 2002/152 E., 2002/4094 K.)
“İİK.nun 191.maddesine göre borçlunun iflas açıldıktan sonra masaya ait mallar üzerinde her türlü tasarrufu alacaklılara karşı hükümsüzdür. Bu nedenle kural olarak iflastan sonra müflis aleyhine masaya giren mal ve haklara ilişkin olarak doğrudan dava açılamaz. İflas masasından hak iddia eden alacaklının alacağının masaya kaydını talep etmesi, bu talebin İflas idaresince kabul edilmemesi halinde, İİK.nun 235/2.maddesinde öngörüldüğü şekilde sıra cetveline itiraz davası açması gerekmektedir. Bu yönler gözetilmeden müflise karşı bir alacak davası açılmışsa bu davaya iflas idaresine karşı sıra cetveline itiraz davası olarak devam edilmesi Anayasanın 141/son maddesinde işaret edilen usul ekonomisi ilkesine uygun düşer.” (Yargıtay 19. Hukuk Dairesi 2001/4976 E., 2002/1984 K.)
Bir alacaklı sıra cetvelinde kendisinden önceki sırada yer alan alacaklının alacağının gerçek olmadığını düşünüyorsa icra hukuku uygulamalarında görülen tasarrufun iptali davası açabileceği gibi sıra cetveline itiraz davası aaçarak da bu iddiayı ileri sürebilir. Sıra cetveline itiraz davasında maktu avukatlık ücretine hükmedilirken, tasarrufun iptali davalarında nisbi avkatlık ücretine hükmedilmektedir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
İcra hukuku, İcra takip işlemi, Sıra cetveli, Sıra cetveline itiraz, Sıra cetveline karşı şikayet, İcra Mahkemesi, Kesin hüküm, Avukat, İcra avukatı istanbul,
Çek keşide eden gerçek veya tüzel kişinin ibraz tarihinde çek bedelini çek hesabında hazır bulundurması gerekmektedir. Çekin karşılığının tamamen veya kısmen bulunmaması halinde, çek hakkında ‘karşılıksız’ işlemi uygulanır ve bu husus çekin arka yüzünde belirtilir ve çek hamiline teslim edilir. “Karşılıksızdır” işlemi, çekin karşılıksız kalan kısmı miktar ve muhatap bankanın hamile kanunen ödemekle yükümlü olduğu miktarın dışında, çek bedelinin karşılanamayan kısmıyla sınırlı olarak yapılır.
Süresinde ibraz edilen her bir karşılıksız çek için muhattap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar mevcuttur. Bankanın yasal olarak ödemekle yükümlü olduğu bu tutarın, hesap sahibi ile muhatap banka arasında çek defterinin teslimi sırasında yapılmış ve dönülemeyecek bir gayri nakdî kredi sözleşmesine dayandığı kabul edilmektedir. Bankaların karşılıksız çıkan her bir çek için ödemekle yükümlü olduğu tutar 2020 yılı için aşağıdaki şekilde belirlenmiştir:
Çekin karşılığının hiç bulunmaması halinde muhattap banka; çek bedeli 2.500 TL veya üzerinde ise 2.500 TL, Çek bedeli 2.500 TL’nin altında ise çek bedelini süresinde çeki ibraz eden hamile ödemekle yükümlüdür.
Çekin karşılığının kısmen bulunması halinde ise muhattap banka; çek bedeli 2.500 TL veya altında ise çek bedelini aşmamak koşuluyla, kısmi karşılığı 2.500 TL’yi tamamlayacak bir miktarı, Çek bedeli 2.500 TL’nin üzerinde ise çek bedelini aşmamak koşuluyla, kısmi karşılığa ilave olarak 2.500 TL’yi ödemekle yükümlüdür. Çekin üzerinde yazılı baskı tarihinden itibaren 5 yıl içinde ibraz edilmemesi halinde bankanın bu tutarları ödeme sorumluluğu ortadan kalkmaktadır.
Çek hesabı kapatıldıktan sonra, çekin kanuni ibraz süresi içinde ibraz edilen çekler de karşılıksızdır işlemine tabi tutulmaktadır. (Ç.K.m.2/10)
Hamilin muhatap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar dahil, kısmi ödemeyi kabul etmemesi halinde, Çek Kanunu 3. maddesi, 2 fıkrası uyarınca yalnızca karşılıksız kalan tutarla sınırlı olarak karşılıksızdır işlemi uygulanır. Karşılıksız işlemi uygulanan çekin ibraz tarihi ile ödememe nedeni çekin üzerine yazılır, üzerine imzası alınarak hamiline geri verilir.
Muhatap bankanın ödemekle yükümlü olduğu tutar dahil kısmi ödemeyi kabul etmesi halinde, çekin ön ve arka yüzünün onaylı fotokopisi çek hamiline verilir. Çek hamili, bu fotokopiyle müracaat borçlularına veya kambiyo senetleri hakkındaki takip usullerine başvurabileceği gibi, icra mahkemesine şikayette bulunurken de bu fotokopi ile işlemlerini yapabilir, bu fotokopiyi icra müdürlükleri ile mahkemelerde ispat aracı olarak kullanabilir. Mahkeme veya icra dairesinin talebi halinde çek aslını elinde bulunduran banka çek aslını ilgili mercilere göndermek zorundadır.
Çekin üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihinden önce ibraz edilen çekin karşılığının TTK 707 maddesi uyarınca kısmen veya tamamen ödenmemesi halinde, bu çekle ilgili olarak takip işlemi yapılamaz. İleri düzenleme tarihli çekler hakkında hukuki takip işlemi yapılabilmesi için, çekin düzenleme tarihine göre kanuni ibraz süresi içinde bankaya ibraz edilmiş olması ve karşılıksızdır işlemine tabi tutulmuş olması gerekmektedir.
Çekin karşılığının hesapta bulunmasına rağmen muhattap banka çek bedeli ödemesini geciktirirse, çek hamiline her geçen gün için %0,3 oranında gecikme cezası ödemekle yükümlüdür.
Çek keşide edildiği yerde ödenecekse 10 gün içinde muhattap bankaya ibraz edilmesi gerekmektedir. Çek keşide edildiği yerden başka yerde ödenecekse bir ay içinde muhatap bankaya ibraz edilmesi gerekmektedir. Çekin nerede ödeneceği ise çek üzerinde yazmakla beraber, buna göre belirlenmektedir. 10 günlük süreyi kaçıran hamilin başka bir şehire giderek orada şansını değerlendirmesi söz konusu olamaz. Keşide yeri ile ödeme yeri farklı ülkelerde ancak aynı kıtalardaysa 1 ay, farklı kıtalardaysa 3 aylık süre içerisinde ibraz edilmesi gerekmektedir. İbraz süreleri teknik olarak hak düşürücü sürelerdendir. Bu sürenin geçirilmesi halinde çek kambiyo vasfını yitirecek ve kambiyo senetlerine özgü takip yolu ile takip yapılması mümkün olmayacaktır.
Karşılıksız çek düzenleme suçu ve cezai sorumluluğu Çek Kanunu 5. maddesinde düzenlenmiştir. Kanuni ibraz süresi içinde ibraz edilen çeke ‘karşılıksızdır’ işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi karşılıksız çek düzenleme suçunu işleyen kişidir. Bu tanıma göre karşılıksızdır işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi, çekin karşılığını banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişidir, yani çek hesabı sahibidir. Çekin tüzel kişi adına düzenlenmesi, çek hesabının tüzel kişiye ait olması halinde, çek bedelini bulundurmakla yükümlü olan ve karşılıksızdır işlemi uygulanmasına sebebiyet veren kişi kimdir? Çek hesabının tüzel kişiye ait olması halinde; çek bedelini bulundurmakla yükümlü olan kişi tüzel kişinin mali işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişilerdir. Bu kişiler karşılıksız çek sebebiyle İcra Ceza Mahkemelerinde, karşılıksız çek şikayetinde bulunulması halinde ‘karşılıksız’ işlemi uygulanmasına sebebiyet vermekten cezalandırılmakta ve haklarında tedbirlere karar verilmektedir. Karşılıksız çek şikayeti avukat vasıtası ile yapılıp, takip edilebilmektedir.
Düzenlenen çek hakkında “karşılıksızdır” işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikayeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, karşılıksız kalan çek bedelinden az olmamak üzere 1500 güne kadar adli para cezasına hükmedilmektedir. İcra Ceza Mahkemesi tarafından yapılan karşılıksız çek yargılaması neticesinde verilen adli para cezalarının ödenmemesi halinde, adli para cezası Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 106/3 fıkrası uyarınca kamuya yararlı bir işte çalıştırma kararı verilmeksizin doğrudan hapis cezasına çevrilmektedir.
İcra ceza mahkemelerinde yapılan karşılıksız çek yargılamalarında sanık hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına da karar verilmektedir. Bu tür kararlar tedbir mahiyetinde olmakla, yargılama sonucu beklenmeksizin karar verilebilmektedir. Yargılama sonucunda davanın düşmesine, reddine, ceza verilmesine yer olmadığına yahut da beraate karar verilmesi halinde bu tedbir kararının da kaldırılmasına karar verilir; ancak mahkumiyet kararı verilmesi halinde de evvelden verilmiş yasağa ilişkin bir tedbir kararının bulunması halinde bu kararın da devamına karar verilir. Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına ilişkin veya yasağın kaldırılmasına ilişkin kararlar gecikmeksizin Mersis ile Risk Merkezine bildirilir. Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilenler, çek kanunu düzenlemesine göre yasaklılıkları süresince sermaye şirketlerinin yönetim organlarında görev alamazlar ve elindeki bütün çek yapraklarını ait olduğu bankalara iade etmekle yükümlüdür. Bu kişiler adına yeni bir çek hesabı açılamamaktadır.
“Çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi, bu tüzel kişi adına çek keşide edenler ve karşılıksız çekin bir sermaye şirketi adına düzenlenmesi durumunda ayrıca yönetim organı ile ticaret siciline tescil edilen şirket yetkilileri hakkında uygulanır.” Çek K. m.5.
Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı bulunan gerçek kişinin, yönetim organında görev yaptığı veya ticaret siciline tescil edilen yetkilisi olduğu tüzel kişiye çek defteri verilmez. (m2/4)
Hakkında çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilen kişi veya avukatı, mahkum olduğu cezanın tamamen infaz edildiği tarihten itibaren 3 yıl ve her halde yasağın konulduğu tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra, hükmü veren mahkemeden çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının kaldırılmasını isteyebilmektedir.
25/03/2020 tarih 7226 sayılı kanunun 49. maddesi ile Çek Kanununa Geçici 5. madde eklenmiştir. Bu geçici madde hükmü 24/03/2020 tarihine kadar ‘karşılıksız’ işlemi yapılmasına sebebiyet verme suçu sebebiyle mahkumiyetine karar verilmiş olanların oldukça lehine bir düzenleme içermektedir. Öncelikle bu tarihe kadar işlenen suç sebebiyle mahkum edilmiş olanların cezalarının infazı maddenin yürürlüğe girmesiyle birlikte durmaktadır. Hükümlünün tahliye tarihinden itibaren 3 ay içinde çek bedelinin ödenmeyen kısmının onda birini ödeyerek ve bu 3 aylık sürenin bitimini takiben de kalan borcunu ay ara ile 15 eşit taksitle ödemesi durumunda ceza mahkumiyetinin tüm sonuçlarının ortadan kalkacağına ilişkin düzenleme 26.03.2020 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.Çek Kanununa geçici 5. madde ile eklenen bu yeni düzenleme, ekonomik krizin yükünü hafifletme amacını taşımaktaysa da alacaklılarn mağduriyetine yol açacaktır.
Çek borçlusunun tahliye edildiği tarihten itibaren 3 aylık süre içerisinde borcun onda birlik kısmını ödememesi ve diğer 15 taksitten 2 tanesini ödememesi halinde alacaklının şikayeti üzerine mahkeme tarafından hükmün infazının devamına karar verileceği düzenlenmiştir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Karşılıksız çek düzenleme Çek borçlusu Üsküdarda avukat Çek senet avukatı
Ayıplı malın bir ticari satışa mı yoksa tüketici işlemin mi konusu olduğu uygulanacak mevzuatın ve yasal hakların tespiti bakımından önemlidir. Eğer işlem ticari satışın her iki tarafı için de ticari iş niteliğindeyse, kar amacı güderek yapılmışsa öncelikle bir ticari satış söz konusudur. Bu sebeple öncelikle Türk Ticaret Kanunu hükümlerine bakmak gerekecektir.
Bir ticari satım işleminde malın ayıplı olduğu açıkça belli ise, yani görünür bir ayıp söz konusu ise alıcının bu ayıbı satım işleminden itibaren 2 gün içinde satıcıya ihbar etmesi gerekmektedir. Ticari satışa konu maldaki ayıp açıkça belli olmayan bir ayıp ve muayene ile ortaya çıkabilecek nitelikte bir ayıp ise, alıcı satıma konu malı 8 gün içinde incelemek veya incelettirmek suretiyle muayene yapmak ve bu inceleme sonucunda ayıp tespit ederse de yine bu 8 günlük sürenin içinde satıcıya ihbar etmek zorundadır. Bu süreler alıcının ayıplı maldan kaynaklanan seçimlik haklarını kullanması bakımından önemlidir, süreler geçirilmeden gerekli inceleme yapılmalı ve ayıp tespit edilirse satıcıya ihbar yapılmalıdır. Süresi içinde ihbar yapılmaması alıcının o malı ayıplı olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir. Türk Ticaret Kanunu 23. maddesi 1/c hükmü “Malın ayıplı olduğu teslim sırasında açıkça belli ise alıcı iki gün içinde durumu satıcıya ihbar etmelidir. Açıkça belli değilse alıcı malı teslim aldıktan sonra sekiz gün içinde incelemek veya incelettirmekle ve bu inceleme sonucunda malın ayıplı olduğu ortaya çıkarsa, haklarını korumak için durumu bu süre içinde satıcıya ihbarla yükümlüdür.” TTK 23. maddesi Türk Borçlar Kanununun 223/2 fıkra hükmüne atıfta bulunarak diğer durumlarda bu fıkranın uygulanacağını belirtmiştir. Anılan hüküm şu şekildedir; “Alıcı gözden geçirmeyi ve bildirimde bulunmayı ihmal ederse, satılanı kabul etmiş sayılır. Ancak, satılanda olağan bir gözden geçirmeyle ortaya çıkarılamayacak bir ayıp bulunması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz. Bu tür bir ayıbın bulunduğu sonradan anlaşılırsa, hemen satıcıya bildirilmelidir; bildirilmezse satılan bu ayıpla birlikte kabul edilmiş sayılır.”
Ticari satıma konu malın kanunda belirlenen sürelerden daha uzun bir süre satıcı tarafından verilmiş bir garantisi mevcutsa, bu garanti süresi içerinde de ayıba karşı tekeffül hükümlerine başvurulabilecektir. Bu durumda zamanaşımı itirazı dinlenmemektedir.
Ticari satımdan kaynaklı davalar ticari davalardır ve ticaret mahkemelerinde görülmektedir. Ticari davalarda dava şartı olarak arabulucuya başvurulması gerekmektedir. Bu sebeple ticari dava açmadan önce arabulucuya başvurulmamışsa mahkemeler davayı usulden reddetmektedir. Bu konuda ticaret hukuku avukatından destek alınmalı, süreç ticaret avukatı ile beraber takip edilmelidir.
BİLGİN HUKUK BÜROSU
Arabulucu avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ticari Satımlarda ayıplı mal ve alıcının hakları
Üsküdarda avukat
Ümraniyede avukat
Nafaka alacağı boşanma davasında talep edilebileceği (boşanmanın fer’isi) gibi, ayrı bir davanın da konusu olabilir. Nafaka tedbir nafakası, iştirak ve yoksulluk nafakası olarak üçe ayrılır. Tedbir nafakası boşanma davası devam ederken, yoksulluk çeken eş ve müşterek çocuğun bakım giderleri için eşlerden biri lehine hükmedilen nafakadır. Aile mahkemesi boşanma davasında ara karar ile davacı eş ve müşterek çocuk lehine boşanma davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar ödenmek üzere tedbir nafakasına hükmeder. Yargılama neticesinde hükmedilen nafaka ise; eş için yoksulluk nafakası ve çocuk için iştirak nafakasıdır.
Mahkemenin nafakaya hükmetmesine rağmen nafaka yükümlüsü eşin, nafaka borcunu ödememesi halinde bu kararın icraya konularak tahsil edilmesi gerekmektedir. Nafakanın icrasında bu noktada farklılıklar bulunmaktadır. Tedbir nafakası yerleşik yargıtay içtihatlarına göre ara karar ile verilmiş olduğundan ilam niteliği taşımamakta ve ilamların icrasına konu edilememektedir. Bu sebeple tedbir nafakası ilamlı icra değil, ilamsız icra ile takibe konu edilebilir.
İlamsız icra ile aleyhine takip başlatılan nafaka borçlusu 7 günlük süre içerisinde borca itiraz edebilmektedir. Bu durumda nafaka alacaklısı için yapılması gereken, itirazın iptali davası açmaktır. Bu davada yine Aile mahkemesi görevlidir. Nafaka alacaklısının talebi halinde itirazın iptali ile beraber kötü niyetli olarak itiraz eden borçlu aleyhine icra inkar tazminatına da hükmedilmektedir.
Boşanma davasında yargılama neticesinde eş için yoksulluk nafakasına ve çocuk için de iştirak nafakasına hükmedilmişse ve nafaka borçlusu borcunun ödemekten imtina ediyorsa ne yapılmalıdır? Öncelikle; icra takibine başlamak için mahkemenin yoksulluk ve iştirak nafakası hakkındaki kararının kesinleşmesi beklenmelidir. Kararın kesinleşmesinin ardından yoksulluk ve iştirak nafakası hakkındaki karar ilamlı icra takibine konu edilebilir. Bu durumda nafaka borçlusunun itiraz etme imkanı bulunmamaktadır.
Nafaka borcunu yerine getirmeyen nafaka borçlusu hakkında, nafaka alacaklısının şikayeti üzerine İcra Ceza Mahkemesi tarafından 3 aya kadar tazyik hapsine karar verilebilmektedir.
Boşanma davası ve nafaka davaları hakkında http://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Şirket ana sözleşmesinde çıkma hakkına ilişkin düzenlemeler bulunabilir. Ortaklar, şirketin kuruluşunda ana sözleşme ile kendileri için ortaklığı devam ettirilemez hale getirecek bazı haklı sebepler belirlemiş olabilir. Ana sözleşmede haklı sebeple çıkma hakkı düzenlenmemişse de, Türk Ticaret Kanunu’nun 638. maddesine istinaden çıkma hakkı kullanabilir.
Çıkma hakkı nasıl kullanılır?
Şirket ana sözleşmesinde bir takım haklı sebepler ve bu haklı sebeplerin varlığı halinde ortağın tek taraflı irade beyanı ile şirketten çıkabileceği düzenlenmişse, ortağın tek taraflı irade beyanı ile şirketten çıkabilir. Bu durumda ortağın şirketten çıkmak için dava açmasına gerek yoktur. Ancak; şirket çıkma beyanına karşı şirket merkezinin bulunduğu yer Asliye Ticaret Mahkemesi’nde Çıkmanın İptali Davası açabilir.
Şirket ana sözleşmesinde ortağın tek taraflı bir irade beyanı ile şirketten çıkılabileceğine ilişkin düzenleme yoksa, ortağın çıkma hakkını kullanmak için Ortaklıktan Çıkma Davası açması gerekir. Ortaklıktan Çıkma Davası da yine şirket merkezinin bulunduğu yer Asliye Ticaret Mahkemesi’nde şirket tüzel kişiliğine karşı açılabilmektedir.
Ortaklıktan çıkma davasında mahkeme istem üzerine dava süresince, davacının ortaklıktan doğan hak ve borçlarından bazılarının veya tümünün dondurulmasına veya davacı ortağın durumunun teminat altına alınması amacıyla diğer önlemlere karar verebilir. TTK bu düzenleme ile çıkma davası açan ortağa dava süresince ortaklığa ait haklardan yararlanmasını ve borçlardan sorumluluğunu engellemiştir. Tabi ki, bu önlemlere karar verilebilmesi için davacının talep etmiş olması şarttır.
Diğer ortaklar da ortaklardan birinin çıkma hakkını kullandığını (dava veya tek taraflı irade beyanı ile) öğrendiği tarihten itibaren 1 ay içinde açacağı ayrı bir dava ile çıkma davasına katılabilir. Bu dava ile başka bir ortak da aynı haklı sebebin kendisi açısından da gerçekleştiğini ileri sürerek çıkma talep eder.
Ortaklıktan Çıkarılma ;
Şirket sözleşmesi ile yine çıkma hakkı gibi, çıkarılma da düzenlenebilmektedir. Şirket sözleşmesinde ortağın genel kurul kararı ile çıkarılabileceğine ilişkin düzenleme mevcut ise, genel kurul kararı ile ortak şirketten çıkarılabilir. Ortak kararın noterden aracılığı ile kendisine tebliğ edilmesinin ardından 3 ay içinde yine kararın iptali için şirkete karşı dava açabilir. Bu davasının Ticaret Mahkemesinde avukat vasıtası ile açılmasında fayda bulunmaktadır. Zira mahkemeler tarafından uygulanan yargılama kuralları katıdır ve bu usul kurallarının avukat olmayan kişilerce bilinmesi zordur.
Yukarıda kısaca izah ettiğimiz Ortaklıktan Çıkma, Ortaklıktan Çıkma Davası avukat, Ortaklıktan çıkmanın iptali davası, çıkmaya katılma, ortaklıktan çıkarılma konularında ticaret hukuku uzman avukat desteği önemlidir. Esas sözleşme yani şirketin ana sözleşmesi avukat yardımı ile hazırlanması önem taşımaktadır.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
İdare ihtiyaç duyduğu bir taşınmazın tamamını veya ihtiyaç duyduğu bir kısmını kamulaştırma kanunu hükümleri uyarınca kamulaştırabilir. Kamulaştırma hukuku hükümleri uygulanır.
İdarenin kısmen kamulaştırdığı taşınmazın, kamulaştırılmayan kısmında bir değer artışı veya azalışı olmadığı takdirde kamulaştırılan kısmın değeri, tamamına takdir edilenden kamulaştırılan kısma düzen orandadır.
Kısmen kamulaştırmada kamulaştırılmayan kısmın değeri, kamulaştırma işlemi sebebiyle menfi etkilenmişse, değerinde azalma meydana gelmişse kısmi kamulaştırma değerine, kamulaştırılmayan kısmın değer kaybı da eklenir. Kamulaştırma bedelinin tespiti davasında bu hesaplamalar teknik bilirkişiler tarafından yapılır.
Bir Yargıtay kararında da bu husus;
“Bu noktada, arta kalan kısımda değer kaybı belirlenirken, değer kaybının kamulaştırmadan kaynaklanması ve taşınmaz malın kamulaştırmadan önceki ve sonraki durumlarının bilirkişilerce göz önünde tutulması ve kamulaştırmanın menfi etkisinin oranının açıklanması gerekir.”
Kısmen kamulaştırma sebebiyle kamulaştırılmayan kısmın değeri aynı şekilde artmış da olabilir. Bu duruma, kamulaştırılan kısma metro giriş çıkışı yapılması sebebiyle kamulaştırılmayan kısmın değerinin artması örnek gösterilebilir. kamulaştırma nedeniyle artış meydana geldiği takdirde de, artan değer tespit edilerek kamulaştırılan kısmın değerinden çıkarılarak kamulaştırma bedeli tespit edilir.
Kamulaştırma davasında kamulaştırma avukatı ile beraber çalışılması, teknik hesaplamalarda olası hatalara itiraz açısından da önem taşımaktadır.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Sağlık hukukunda malpraktis davalarının anlaşılabilmesi için, endikasyon, komlikasyon, malpraktis kavramlarının da anlaşılması gerekmektedir.
MALPRAKTİS NEDİR?
Malpraktis kısaca hatalı hekim uygulaması, doktor hatası olarak tanımlanabilir. Hekimin teşhis, tedavi veya tıbbi müdahale sırasında dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışları sonucunda malpraktis ortaya çıkabilmektedir.
ENDİKASYON NEDİR?
Tibbi müdahalenin yapılabilmesi için tıbbi gereklilik şarttır. Aksi halde tıbbi müdahale hukuka aykırı olur ve hukuki sorumluluk doğurur. Endikasyon kısaca, tıbbi müdahalenin yapılabilmesi için gerekli olan gerekçedir. Endikasyon kavramının hekim veya hasta tarafından genişletildiği görülmektedir.
Endikasyonun türleri vardır. Tıbbi endikasyon, tıbben gerekliliktir. Bir tıbbi müdahalenin yapılabilmesi için tıbben bir gereklilik bulunmaktadır. Örneğin kalp yetmezliği yaşayan bir hastaya kalp pili takılması için yapılacak tıbbi müdahalede tıbbi endikasyon bulunmaktadır.
Sosyal endikasyon ise, tıbben bir gereklilik olmamasına rağmen, sosyal gerekçelerle bir tıbbi müdahalenin gerekli ve hukuka uygun görülmesi halidir.Bu duruma örnek olarak islam toplumlarında sünnet geleneği örnek gösterilebilir.
Bir de psikolojik endikasyon türü vardır ki, bu duruma da estetik operasyonları örnek gösterilebilir. LüKişinin kendisini psikolojik olarak daha iyi hissedebilmek için, sözkonsu tıbbi müdahaleye gereklilik duymasıdır. Hukukumuz estetik müdahalelere de bu gerekçe ile izin vermektedir.
Bahsetmiş olduğumuz endikasyon türlerinden birinin bulunmaması halinde, tıbbi müdahale hukuka uygun olamaz. Bu durumda da malpraktis davaları gündeme gelecektir. Malpraktis davalarında sağlık hukuku avukatı malpraktis davası avukatının desteği önem taşımaktadır.
KOMPLİKASYON NEDİR?
Komplikasyon Yargıtay kararlarındaki tanımı ile; tıbbi girişim sırasında öngörülmeyen, öngörülse bile önlenemeyen durum, istenmeyen sonuçtur. Komplikasyon ile malpraktis kavramlarınını birbirinden ayrılması önem taşımaktadır. Zira bu ayrıma göre kusurdan, hukuka aykırılıktan ve tazminat davasından söz edilebilecektir.
Hekimin tıbbi müdahale sırasında gerekli özen ve dikkat yükümünü yerine getirmiş olması, gerekli önlemleri almış olmasına rağmen istenmeyen sonucu önleyememiş olması halinde hekimin kusurlu olduğu söylenmez. Bu durum bir komlikasyon olarak kabul edilir ve hukuki sorumluluk doğmaz.
Malpraktis davaları ise bir kusur sorumluluğudur. Malpraktis davası ile hekimin, hastanenin veya idarenin sorumluluğuna gidilebilmesi için bir kusur sorumluluğu olmalıdır. Hekimin teşhis, tedavi ve tıbbi müdahale esnasında gerekli önlemleri almamış olması, dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmemesi maddi ve manevi tazminat olarak sorumluluğun yanında, hekimin cezai sorumluluğunu da gündeme getirecektir.
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
13/2/2011 tarihli 6111 sayılı kanunla Karayolları Trafik Kanunu 98.maddesinde yapılan değişiklik ile birlikte, trafik kazalarından kaynaklanan tedavi giderleri SGK’nın sorumluluğuna girmiştir.İlgili madde fıkrası şu şekildedir;
“Trafik kazaları sebebiyle üniversitelere bağlı hastaneler ve diğer bütün resmî ve özel sağlık kurum ve kuruluşlarının sundukları sağlık hizmet bedelleri, kazazedenin sosyal güvencesi olup olmadığına bakılmaksızın genel sağlık sigortalısı sayılanlar için belirlenen sağlık hizmeti geri ödeme usul ve esasları çerçevesinde Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanır.”
SGK’nın sorumluluğunda olması için, tedavi giderlerinin belgeli olması gerekmektedir. Belgesiz olan tedavi giderlerinden sigorta şirketinin de, işleten ve sürücünün de sorumlulukları devam etmektedir. Bu sebeple; trafik kazası sebebiyle açılacak tazminat davalarında, alacak kalemlerinden SGK’nın sorumluluğunda olanları sağlıklı bir şekilde ayırt etmek önem taşımaktadır. Sigorta şirketinin, işletenin ve sürücünün belgesiz tedavi giderleri dışında, diğer maddi ve manevi zararlardan sorumluluğu devam etmektedir. Sigorta poliçesinde manevi tazminat klozu bulunmuyorsa, bu zarardan işleten ve sürücü sorumlu olacak, sigorta şirketinin sorumluluğu doğmayacaktır.
Trafik kazası sebebiyle uğranılan zararların tazmini için, tazminat hukukunda uzman bir avukat desteği alınmasında fayda vardır.
Trafik kazası sebebiyle tazminat davaları hakkında..
Av. Fatma Tuğçe BİLGİN
Zamanaşımı Türk Borçlar Kanununda 141 ile 161. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Türk Borçlar Kanunu zamanaşımı süresini bazı durumlar için 5 yıl, bazı durumlar içinse 10 yıl olarak düzenlemiştir. Farklı durumlar için ayrıca zamanaşımı süreleri de belirtilmiştir. Örneğin haksız fiil sebebiyle açılacak davalarda 2 yıllık zamanaşımı süresi sözkonusudur. Sigorta şirketine karşı dava, trafik kazası ve sigorta poliçesine istinaden açılacak davalarda sigorta hukuku ve karayolları trafik kanunu hükümleri uyarınca 2 yıllık zamanaşımı süresi geçerli olmaktadır.
Bir alacağın zamanaşımına uğraması o alacağı sona erdirmez, yalnızca borçluya defi hakkı verir. Yani borçlunun ödemekten kaçınması halinde alacaklının dava hakkı olmamaktadır. Ancak; borçlu borcunun zamanaşımına uğradığını bilmeksizin eskaza borcunu ödemişse de, ödemiş olduğunu geri isteyemeyecektir.
Kanun belirli hallerde zamanaşımı süresinin duracağını, belirli hallerde zamanaşımı süresinin kesileceğini düzenlemiştir.
Zamanaşımını durduran sebepler TBK’nun 153. maddesinde düzenlenmiştir. Bu sebeplerden birinin varlığı halinde süre hiç başlamaz, başlamışsa da durur. Zamanaşımını durduran sebebin ortadan kalkması halinde ise, kaldığı yerden devam eder. Yani süre baştan işlemez, yalnızca duraklamış olur.
Zamanaşımı süresini kesen haller TBK’nun 154. maddesinde düzenlenmiştir. Zamanaşımı süresinin kesilmesi halinde zamanaşımı süresi en baştan işlemeye başlayacaktır.
TBK 154 maddesi uyarınca;
Mal rejimi davası 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir, 10 yıllık zamanaşımı süresi boşanma kararının kesinleştiği tarihten itibaren işlemeye başlamaktadır. Bu sebeple; boşanma kararının kesinleşmesinden 10 yıl geçtikten sonra açılan mal rejimi tasfiyesine ilişkin dava zamanaşımı itirazına uğraması halinde reddedilmektedir.
Mal rejimi davalarında zamanaşımının durması : https://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/11/28/mal-rejimi-davasinda-zamanasimi-ne-kadardir-bosanma-davasindan-ne-kadar-zaman-sonra-acilmasi-gerekir/
Avukatlık ve hukuki danışmanlık : https://fatmatugcebilgin.av.tr/iletisim/
Kentsel dönüşüm, kısaca kentsel dönüşüm kanunu olarak bilinen 6306 saylı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile düzenlenmiştir.
Bu kanun uyarınca açılacak kentsel dönüşüm davaları nelerdir? Kentsel dönüşüm hukuku kapsamında neler yapılabilir? Kentsel dönüşüm uzmanı kentsel dönüşüm avukatından destek alınmalı mıdır?
Kentsel dönüşüm işlemlerinin uygulanabilmesi için öncelikle riskli yapı veya risli alan kararı olmalıdır.
Riskli alan kararı, kanundaki tanımı ile; ‘zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığı Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılan alana ilişkin karardır. Yani Cumhurbaşkanı kararıdır. Böyle bir kararın devleti temsil eden bir kişinin verilmesi her ne kadar hukuk mantığı ile örtüşmüyorsa da kanunun düzenlenmesi bu şekildedir.
Riskli yapı tespiti ise, sadece bir yapıya ilişkin karardır. Bakanlık, riskli yapıların tespitini süre vererek maliklerden veya kanuni temsilcilerinden isteyebilir. Verilen süre içinde yaptırılmadığı takdirde, tespitler Bakanlıkça veya İdarece yapılır veya yaptırılır.
Risli yapı tespiti ile riskli alan tespiti kararları ve raporlarına karşı itiraz edilebilir. İtiraz hakkı yapı malikine aittir, kiracı veya ipotek hakkı sahibinin böyle bir hakkı bulunmamaktadır.
Riskli yapı tespitine karşı, tebliğden itibaren 15 gün içinde taşınmazın bulunduğu yer Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü’ne itiraz edilebilir. İtiraz ile sonuç alınamaması halinde iptal davası açılabilmesi mümkündür.
Kentsel dönüşüm hukuku kapsamında kentsel dönüşüm davası açılabilir. Kanunun 6. maddesinin 9. fıkrasında ; ‘Bu Kanun uyarınca tesis edilen idari işlemlere karşı tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilir.’ denilerek kanun kapsamında yapılan her türlü idari işleme karşı dava açılabileceği belirtilmiştir. Bu davaların açılmasında kentsel dönüşüm avukatı ile beraber çalışılması gerekmektedir, zira yapılacak bir usuli hata tarafların mağduriyetine yol açabilmektedir.
Riskli alan kararına karşı da iptal davası açılabilmesi mümkündür. Riskli alan kararının iptali de idari yargı alanına girmektedir.
İptal davalarının 30 gün içinde açılması gerekmektedir. Ancak, riskli alan kararına karşı Resmî Gazete’de yayımlandığı tarihinden itibaren dava açılabilir.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ergin olmayan çocuk anne ve babasının velayeti altındadır. Anne ve babanın evli olduğu hallerde velayet eşler tarafından birlikte kullanılır, çocuk anne ve babanın birlikte velayeti altındadır. Eğer anne ve baba evli değilse velayet anneye aittir. Anne veya babanın ölümü halinde ise velayet sağ kalan diğer eşe kalır.
Eşler yani anne ve baba ortak hayatı devam ettirmiyorlarsa, ayrılık veya boşanma davası söz konusu ise hakim velayeti eşlerden birine verebilmektedir. Bu durumlarda velayet kendisine verilmeyen eş lehine de çocukla belirli gün ve saatlerde kişisel ilişki kurulmasına karar verilmektedir.
Velayet davası nedir?
Velayet davası, çocuğun velayeti kendisinde olmayan eş tarafından, velayetin kendisine verilmesi istemi ile aile mahkemelerinde açılan bir aile hukuku davasıdır.
Velayetin değiştirilmesi davası ve velayetin değiştirilmesi nedenleri :
Velayetin değiştirilmesi durumu Türk Medeni Kanunu m183’te düzenelenmiştir.
Durumun değişmesi Madde 183- “Ana veya babanın başkasıyla evlenmesi, başka bir yere gitmesi veya ölmesi gibi yeni olguların zorunlu kılması hâlinde hâkim, re’sen veya ana ve babadan birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alır”
Velayetin mahkeme kararı ile anne veya babadan birine verilmesinden sonra, koşullarda değişiklik olursa TMK 183 hükmü uyarınca velayetin değiştirilmesi talep edilebilecektir.
Velayet kendisinde olan anne veya babanın başkası ile evlenmesi, velayet görevinin aksatılması, kişisel ilişki tesisinin engellenmesi, çocuğun velayet sahibinden başka bir 3. kişiye bırakılmış olması, çocuğa iyi bakılmaması, hastalık ahlak vs. gibi çocuğun menfaatinin gerektirdiği durumlarda eşlerden birinin istemi üzerine mahkeme tarafından velayetin değiştirilmesine karar verilebilmektedir.
Velayetin değiştirilmesi ve boşanma davalarında velayetin tesisine ilişkin kararlarda idrak çağında bulunan çocuğun da görüşünün dinlenmesi, menfaatine aykırı olmadıkça çocuğun isteğinin de dikkate alınması gerekir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin 12. maddesi:
“Taraf Devletler, görüşlerini oluşturma yeteneğine sahip çocuğun kendini ilgilendiren her konuda görüşlerini serbestçe ifade etme hakkını bu görüşlere çocuğun yaşı ve olgunluk derecesine uygun olarak, gereken özen gösterilmek suretiyle tanırlar. Bu amaçla, çocuğu etkileyen herhangi bir adli veya idari kovuşturmada çocuğun ya doğrudan doğruya veya bir temsilci ya da uygun bir makam yoluyla dinlenilmesi fırsatı, ulusal yasanın usule ilişkin kurallarına uygun olarak çocuğa, özellikle sağlanacaktır.”
“Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: 26.01.2006 doğumlu müşterek çocuğun velayeti konusunda mahkeme huzurunda bizzat görüşüne başvurulmasının gerekip gerekmediği, burada varılacak sonuca göre uzman tarafından alınan beyanın yeterli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. ..
..Somut olayda, velayetinin değiştirilmesi talep edilen müşterek çocuk Efe, dava tarihinde 8, karar tarihinde 10, bozma kararının verildiği tarihte ise 12 yaşında olup, müşterek çocuk davanın tüm aşamalarında idrak çağındadır. İdrak çağında olan müşterek çocuğun uzmanlar tarafından alınan beyanında hem annesi hem de babası ile olmak istediğini ifade ettiği, herhangi bir tercihte bulunmadığı belirtilmiştir. 17.06.2015 tarihli raporun sonuç kısmında da küçüğün kendi arzu ve isteklerini belirleyebilecek, bunları ifade edebilecek olgunlukta olduğu, bu nedenle çocuğun beyanlarının dikkate alınması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca dosya içerisinde bulunan ve çocuğun devam ettiği okulda görevli olan rehber öğretmen tarafından tutulan 01.06.2015 tarihli raporda da, küçüğün içe dönük ve dalgın olduğu, konuşurken bacaklarını salladığı, sorulan sorulara “hı hı” gibi net olmayan, kolayca değiştirilebilen çelişkili cevaplar verdiği hususları dile getirilmiştir. Kaldı ki, dava tarihinden itibaren küçüğün yaşadığı veya yaşamak istediği ortamı değerlendirmesine imkân verecek, dolayısıyla velayeti konusunda görüşünün alınmasını gerektirecek ölçüde uzun süre geçtiği de görülmektedir…
..
Açıklanan nedenlerle mahkemece yapılacak iş; yeterli idrak gücüne sahip olduğu kabul edilen çocuğa, kendisini doğrudan ilgilendiren velayet konusunda danışılarak, görüşünü gerekçeleriyle birlikte ifade etme olanağınınx sağlanması; ifade edeceği bu görüşün, çocuğun kendi çıkarına ters düşmediği takdirde, buna önem verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi olmalıdır.
O hâlde, aynı hususlara işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
Tapu iptal ve tescil davalarına halk arasında kısaca tapu davası denilmektedir. Tapu iptal ve ve tescil davası nedir, hukuki sonuçları nelerdir? Tapu iptal ve tescil davası, Türk Medeni Kanununda düzenlenmiştir. Tapu davası , tapu üzerinde gerçekten hak sahibi olup da, tapu tescilinin başkası adına yapılmış olması halinde açılabilen davalardır.
TAPU İPTAL DAVASI NEDİR?
Tapu davası, mahkemede tapuya yapılan tescilin haksız ve yolsuz olduğu gerekçesiyle iptal ve tescil talebi ile açılan davalardır. Tapu davaları gayrimenkuller hakkında açılabilen davalardır, bu sebeple bu davalarda mutlaka gayrimenkul hukukuna hakim gayrimenkul avukatından destek alınmalıdır.
TAPU İPTAL DAVALARI HANGİ HUKUKİ SEBEPLERLE AÇILABİLİR?
Tapu davası yani tapu iptal davaları hangi durumlarda hangi nedenlerle açılabilir? Kanun tapu davası açılabilmesi için hukuki sebepleri sınırlı olarak düzenlemiştir. Bunlar;
Belirtmiş olduğumuz bu sebeplerden birinin varlığı halinde tapu davasının açılması mümkündür. Bu davaların görülmesinde gayrimenkul hukuku alanında uzman gayrimenkul avukat ile beraber çalışılmalıdır. İstanbul’da avukat arayanlar bizimle iletişime geçebilirler.
Avukat Fatma Tuğçe BİLGİN
Ümraniyede avukat İstanbulda avukat arayan kişiler gayrimenkul avukat Avukat Fatma Tuğçe Bilgin ile iletişim kurunuz.
Konut ve iş yeri kiralarına ilişkin düzenlemeleri Türk Borçlar Kanunu içermektedir. Bilindiği üzere genel olarak kiralamaya özgü kanun maddeleri kiracıyı koruyucu hükümler içerir. Taşınmazını kiraya veren mal sahibinin 10 yıl geçmeden keyfi olarak kiracıyı çıkartamayacağı hemen herkes tarafından bilinmektedir.
Peki nedir kiracının 10 yıl geçmeden önce tahliyesi hangi durumlarda mümkündür? Türk Borçlar Kanunu m.352 ‘de düzenlenmiştir.
Tahliye taahhüdünün yazılı olarak yapılması gerekir. Taahhüdün geçerli olması için kiralananın (konut veya işyeri) teslim tarihinden sonra imzalanmış ve tahliye tarihinin açıkça belirlenmiş olması gerekir. Kira sözleşmesinden evvel veya aynı anda yapılmış olması durumunda tahliye tahhüdü gereçersiz olacaktır. Bu hususa kiraya verenlerin dikkat etmesi gerekmektedir.
Kanunun taahhüdün kiralamadan sonra yapılmasını şart koşması ise; yine kiracıyı korumak ve konut bulamama baskısı altında taahhüt vermesini engellemek amacını taşımaktadır. Ancak; uygulamada kiraya veren mal sahipleri bu kuralı ileri tarihli tahliye taahhüdü imzalatarak aşmaktadır.
Geçersiz bir tahliye taahhüdünü imzalamış olan kiracı ne yapmalıdır? Kiracı bu durumda derhal noter aracılığıyla kiralayana ihtar çekerek tahliye taahhüdünün geçersiz olduğunu bildirmelidir.
Elinde tahliye taahhüdü bulunan kiralayan taşınmaz vakti geldiği halde tahliye edilmezse ne yapmalıdır? Kiraya veren nasıl olsa elimde taliye tahhüdü var, istediğim zaman tahliye ederim diyerek rahat davranmamalıdır. Çünkü; kiraya verenin önünde tahliye tarihinden itibaren 1 aylık süre bulunmaktadır. Bu süre içinde ya icra yoluyla ya da dava açarak kira sözleşmesini sona erdirmesi gerekmektedir.
Kiraya veren bu 1 aylık süre içinde dava açmayacaksa da; en azından dava açacağını kiracıya yazılı olarak bildirirse dava açma süresi 1 kira yılı daha uzar. Böylece; tahliye işlemlerine girişmek için süre kazanılması mümkün olur.
Kira süresince kira bedelini ödemediği için kiracıya yazılı olarak yapılan iki haklı ihtar kiralayana icra ve dava yoluyla tahliye etme imkanı vermektedir. Burada da yine 1 aylık süre sözknusudur ve bu sürenin geçirilmesi hak düşümüne sebep olmaktadır.
Kiracıya yapılacak ikinci ihtarda tahliye için 30 günlük süre verilmiş olması önemlidir. Çünkü; ihtarda 30 günden daha az bir süre verilmişse, açılacak davasda tahliye talebi reddedilmektedir. Bu sebeple ihtarnamenin içeriğine de dikkat edilmelidir.
Bu sebebe dayanarak tahliye yapılabilmesi için konutun kiracı açısından oturmaya elverişli olması gerekir.
Kanun kiraya verenin 10 yıl geçmeden kiracıyı haklı bir sebep göstermeksizin ve keyfi olarak taşınmazdan tahliye etmesini engellemiştir. Ancak; kiracının ve eşinin aynı sınırlarda ve oturmaya elverişli bir konutunun bulunması halinde bir istisna tanımış gibidir. Kiracı aynı niteliklerde kendisi de ev sahibi olduğu için mağdur olmayacağı düşünülmüştür
kiracının tahliye edilmesi için mutlaka avukat alınmalıdır. kiracı hangi sebeplerle çıkarılır ? tahliye, tahliye taahhüdü , kira avukatı
Ülkemizde; özellikle çay, fındık, pamuk gibi sezonluk üretimlerin yapıldığı tarım sektöründe mevsimlik işçi, çalıştırılmakta. Mevsimlik işler genellikle yılın birkaç ayı çalışılan işlerdir. Bu tür işlerde çalışan işçilerin kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmayacağı sıkça karşılaşılan sorulardan biri. Mevsimlik işçilerin kıdem tazminatına hak kazanıp kazanamayacakları durumlar farklı olduğu için, bu konuyu açıklayalım.
Mevsimlik iş sözleşmeleri, yılın birkaç ayı çalışmak üzere ve genellikle belirli süreli olarak yapılan sözleşmelerdir. İş sözleşmesinin belirli süreli veya belirsiz süreli olmasının hukuki sonuçları bakımından önemli farkları vardır.
İş sözleşmesi, belirli bir işin tamamlanması gibi bir koşula bağlı veya belirli bir tarih aralığı ile sınırlanarak yapılmış ise belirli süreli sözleşme olduğu kabul edilir. Belirli süreli iş sözleşmesi, sürenin bitmesi veya işin tamamlanması halinde kendiliğinden sona erer. Bu sebeple; belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesi kıdem veya ihbar tazminatı hakkı doğurmaz.
İş Kanunu belirli süreli iş sözleşmesinin, esaslı bir neden olmadıkça birden fazla kez üst üste yapılmasını engellemiştir. Üst üste belirli süreli sözleşme yapılması halinde ise iş sözleşmesinin belirsiz süreli iş sözleşmesi olduğu kabul edilmektedir.
Belirsiz iş sözleşmesi ile mevsimlik işlerde, sezonluk işlerde çalışan işçi yılın birkaç ayı çalışmakta ve ücretini almaktadır. Çalışılmayan diğer aylarda ise işverenin ücret ödeme yükümlülüğü yoktur. Çalışılmayan bu süre zarfında iş sözleşmesinin askıda olduğu kabul edilir.
Mevsimlik işe ilişkin belirsiz süreli olarak veya birden fazla kez üst üste yapılan iş sözleşmelerinin işverence sona erdirilmesi halinde; işçinin kıdem tazminatı hakkı kıdem hakkı doğar. Ancak; mevsimlik işlerde yılın tamamında çalışılmadığı için kıdem tazminatının hesabında çalışılan ayların toplamı dikkate alınarak bir hesaplama yapılacak, yani askıda olan süreler dikkate alınmayacaktır.
ümraniyede işçi avukatı arayanlar iletişime geçebilirler.
Kamusal gereklilik halinde ilgili idare, kamulaştırma işlemi yapabilmektedir. Kamulaştırma işlemi, anayasal hak olan mülkiyet hakkını sınırlayan bir idari işlemdir. Kamulaştırma işleminin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden birinin hukuka aykırı olması halinde, kamulaştırma işleminin tarafı olan malik tarafından açılacak bir dava ile iptali mümkündür. Yani, kişinin mülkiyet hakkını kısıtlayan kamulaştırma işlemlerinin mahkemelerin denetimi altında olduğunu söyleyebiliriz.
İdare kimi zaman kamulaştırma işlemi tesis etmeksizin kişilerin taşınmazına el atmaktadır. Kamulaştırma yapmaksızın el atmanın iki türü vardır. Biri hukuki el atma diğeri fiili el atmadır. Her iki durumda da kişilerin başvurabilecekleri hukuki yollar mevcuttur, ancak birbirinden farklı prosedürlere ve farklı yargı yollarına tabidir.
Hukuki el atma nedir? Belediye tarafından yapılan uygulama imar planında kişiye ait bir taşınmazın mülkiyet hakkı kısıtlanacak şekilde, umumi hizmetlere veya resmi kurumlara ayrılmasına rağmen, kamulaştırma işleminin yapılmamasıdır. Kamusal bir yarara özgülenen taşınmazın, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren 5 yıllık süre içinde ilgili idare tarafından kamulaştırılması gerekmektedir. 5 yıllık sürenin geçmesine rağman kamulaştırma işleminin yapılmaması halinde, taşınmazın maliki tarafından kamulaştırma işlemini yapmakla yükümlü olan idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir, taşınmazının kamulaştırılmasını veya kısıtlılığın kaldırılmasını talep edebilir. Bu dava açılmadan önce uzlaşma süreci ve idari başvuru süreçlerinin tüketilmiş olması gerekmektedir.
İdarenin kamulaştırmaksızın fiili olarak el atması ise; idare tarafından bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atılıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunmasıdır. Hukuki niteliği itibariyle bir haksız fiildir, bu sebeple açılması muhtemel dava adli yargıda görülür. Taşınmazına fiili olarak el atılan malik, bedel tespiti vesair talepleri için dava açmadan önce, mutlaka idare ile uzlaşma müzakerelerine katılmış olmalıdır. Davanın uzlaşmama tutanağının düzenlendiği tarihten itibaren 3 ay içinde açılabileceği unutulmamalıdır.
Evliliğin son bulması halinde evlilik içinde edinilen malların, paraların kimin olacağı, nasıl paylaşılacağı gündeme gelir? Bilhassa da düğünde takılan altınların nasıl paylaşılacağı, veya takıların parası ile bir eşya alınmışsa bu eşyanın kime ait olacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Düğünde takılan altınlar boşanma davası ile beraber ziynet alacağı davasına konu olabilmektedir.
Medeni Kanunumuz evlilikte herhangi bir mal rejiminin seçilmemiş olması halinde, edinilmiş mallara katılma rejiminin geçerli olduğunu kabul etmektedir. Yani evlilik birliği içinde tarafların edinmiş oldukları tüm mallar ortaktır, paylaşıma dahildir.
Evlilik öncesinde edinilmiş olan mallar, miras kalmış olan mallar kişisel eşya sayılır. Bu sebeple edinilmiş mal rejimine dahil değildir. Yani bu tür mallar boşanma halinde eş ile paylaşılmayacaktır. Bu kişisel eşya, evlilik içindeyken satılmış ve bedeli ile başka bir eşya alınmış ise yine bu eşya da kişisel eşya sayılacaktır.
Satılan kişisel eşyanın bedeli ile müşterek olarak alınan edinilen bir eşyaya katkıda bulunulmuş ise, boşanma halinde mal rejiminin tasfiyesinde bu bedel talep edebilecektir.
Medeni kanunda aile hukuku kapsamında düğünde takılan altınların kime ait olacağı konusundaki boşluklar yargıtay içtihatları ile doldurulmaktadır.
Yargıtay uygulaması düğünde kadının veya erkeğin üstüne takılmış olması farketmeksizin, tüm ziynet eşyalarının kadına ait olduğunu kabul etmektedir. Erkeğe özgü olup erkeğe takılan takıların erkeğe ait olduğu kabul edilmektedir.
Düğünde takılan altınların boşanma halinde kimde kalacağı sorunu boşanma davasıyla beraber boşanma avukatlarının sıkça karşılaştığı bir sorundur. Emsal kararlara göre damat üzerine takılan ve erkeğe özgü olan takılar dışında. Düğünde takılan ziynet eşyalarının tümünün kadına ait olduğu kabul edilmektedir.
Kural olarak düğün sırasında takılan ziynet eşyaları, kim tarafından, kime takılırsa takılsın, kadına bağışlanmış sayılır. Ve artık kadının kişisel malı sayılır. (Y.3.H.D. 2014/21125 E.- 2015/17417 K.) http://karararama.yargitay.gov.tr/YargitayBilgiBankasiIstemciWeb/ sayfasından kararlara ulaşabilirsiniz.
Yargıtay kararlarına göre düğünde takılan tüm altınlar kadının kişisel eşyasıdır. Bu sebeple boşanma halinde kadın, eğer altınlar aynen duruyorsa aynen iadesini talep edebilir. Bozdurulup bedeli ile bir eşya alınmışsa veya koca tarafından başka bir iş için kullanılmışsa bedelinin iadesini talep edebilmektedir.
Boşanma davaları ve boşanma avukatının boşanma davasına etkisi hakkında yazımız : http://fatmatugcebilgin.av.tr/2019/08/06/bosanma-avukati/
ümraniyede boşanma avukatı aile hukuku avukatı arayanlar iletişime geçebilirler.
Hukuk sistemimizde boşanma davası ile birlikte gündeme gelebilecek 3 nafaka türü bulunmaktadır. Bunlar; tedbir nafakası, yoksulluk nafakası ve iştirak nafakasıdır. Boşanma sürecindeki kişilerin bu kapsamda hangi nafaka türünü talep edebileceğini bilmesinde fayda bulunmaktadır.
Tedbir nafakası : Boşanma davası devam ettiği süre boyunca geçerli olmak üzere, eşlerden hangisinin kusurlu olduğu veya davanın hangi eş tarafından açılmış olduğuna bakılmaksızın sadece tarafların mali durumları gözetilerek hükmedilen geçici nafakadır. Çocuk ve eş için hükmedilen nafaka ayrı ayrıdır. Bu süreçte; geçici olarak velayeti alan eş, diğer eşten mali durumuna göre çocuğun bakımı için tedbir nafakası alabilecektir. Tedbir nafakası boşanma veya ayrılık davasının açılışından, dava sonucunun kesinleşmesine kadar devam eder.
İcra İflas Kanunu’nda yapılan değişiklik sebebiyle tedbir nafakasının ödenmemesi suç kapsamından çıkarılmıştır. Bu sebeple; her ne kadar istisnaen farklı kararlar verilse de, genel olarak tedbir nafakasını ödemeyen eş hapis cezası yaptırımıyla karşılaşmamaktadır.
Yoksulluk Nafakası : Boşanma sebebiyle yoksulluğa düşecek olan eş lehine hükmedilen nafaka türüdür. Yoksulluk nafakası ödemesine karar verilen eşin kusurlu olması gerekmez. Lehine yoksulluk nafakasına hükmedilen eşin, diğer eşten daha az kusurlu olması yeterlidir. Yoksulluk nafakasına ilişkin mevzuatta kadın-erkek ayrımı yapılmamıştır. Eğer; boşanma sebebiyle yoksulluğa düşecek taraf erkek ise, erkek lehine de yoksulluk nafakasına hükmedilebilmektedir. Ancak; geleneksel Türk toplum yapısında genel olarak kadının çalışmaması veya ekonomik gücünün erkeğe göre daha az olması sebebiyle istatiksel olarak çoğunlukla kadın eş lehine hükmedilmektedir. Bu durum, erkeğin yoksulluk nafakası alamayacağı şeklinde yanlış bir kanaat oluşmasına sebep verebilmektedir.
Yoksulluk nafakası boşanma davası ile birlikte talep edilebileceği gibi, boşanma davasından sonra ayrı bir dava ile de talep edilebilir. Ancak; yoksulluk nafası en geç boşanma davasının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içinde talep edilmelidir.
İştirak Nafakası : Boşanma veya ayrılık kararı verilmesi halinde velayet kendisine verilmeyen eşin, velayet hakkı kendisine bırakılan eşe müşterek çocuğun giderleri için ödeyeceği nafaka türüdür. İştirak nafakasının belirlenmesinde eşlerin kusur durumu değil, ekonomik gücü dikkate alınır. Boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren ödenmeye başlanır, çünkü boşanma kesinleşinceye kadar zaten tedbir nafakasının ödenemesi gerekmektedir. Mahkemenin hükmettiği iştirak nafası, çocuğun ergin olması ile kendiliğinden sona erer.
Ergin olan çocuğun üniverste masraflarının olması halinde ise, artık ergin olan çocuğun kendisinin açacağı dava ile anne-babadan yardım nafakası talep etme imkanı bulunmaktadır.
#boşanmadavası #nafakatürleri #nafakadavası
Boşanma avukatı
İstanbulda boşanma avukatı
Üsküdarda boşanma avukatı
Ümraniyede boşanma avukatı